Kurosawa'nın Gözden Kaçan, Altın Değerindeki Filmlerinden Biri: Ikiru

Japoncada yaşamak anlamına gelen Ikiru, Japon yönetmen Kurosawa'nın değerli film başlıklarından biri.
Kurosawa'nın Gözden Kaçan, Altın Değerindeki Filmlerinden Biri: Ikiru

sinemasever boyutta bir ilgiyle, dünya sinemasının çeşitli güllerinden koklayarak o kültürlere dair bir şeyler kapmaya ve bunlara dair naçizane bir şeyler yazmaya çalışan biri olarak ne kadar daldan dala dolaşırsam dolaşayım arada bir akira kurosawa'da soluklanma ihtiyacı hissediyorum. "ben'i alın, sinema'yı çıkarın, sonuç 'sıfır' olacaktır." diyecek kadar sinemayla bütünleşmiş bir sinema üstadının büyülü dünyasında birkaç saat geçirmek farklı bir dinginlik hissi yaratıyor, yarattığı atmosferde bilgelik yüklü mesajlarıyla hemhal olmak kısa bir süre de olsa yaşanan hayatın usandıran gerçekliğinden uzaklaştırıyor.

bu seferki soluklanma durağım 1952'de çektiği en sıkı filmlerinden olan ikiru (yaşamak) oldu.
kurosawa, samuray kültüründen uzaklaşarak kent yaşamına odaklandığı ikiru'da; ölüm, yaşamın anlamı veya yaşamı anlamlı kılmak, yalnızlık, aile veya evlat olgusu, yabancılaşma, bürokratik yozlaşma gibi olgular üzerinde sörf yapıyor. ikinci dünya savaşı sonrası tokyo yansımaları, batılılaşma sancıları ve gece kulüpleri-devlet daireleri-aile yapısıyla japonya'nın politik ve kültürel çöküşü de filmin alt metinleri olarak okunabilir.

takashi shimura'nın olağanüstü canlandırdığı kahramanımız kanji watanabe son 30 yılını bir devlet dairesinde, bir gün dahi izin almadan ve herhangi bir inisiyatif kullanmadan geçirmiş, kelimenin gerçek anlamıyla tam bir memur. zira kendi hayatı veya toplum için fark yaratacak hiçbir şey yapmadan edilgen bir şekilde çalışmış, amirlerine itaati en büyük sorumluluk belleyerek önündeki dosyaların içinde kaybolmayı tercih etmiş.

yirmi yıl önce karısını kaybetmesi onun yalnızlaşmasında ana etken olmuş sanki. küçük oğluyla istediği derinlikte bir ilişki geliştirememiş fakat onun geleceği için çalışmış, biriktirmiş. "mumya" lakabı takılacak kadar ölü bir hayat yaşayan watanabe; hırs, tutku ve yaşam sevincinden yoksun bir ruh haliyle bürokrasi makinesinin anlamdan yoksun tüm meşgalesini bir elbise gibi giymiş üzerine. onu tanıtan dış sesin deyişiyle çok meşguldür o, hep meşguldür fakat hiçbir şey üretmeyen, sadece koltuğunu korumayı sağlayan bir meşguliyettir onunki. bu dünyada koltuğunuzu korumanın en iyi yolu bir şey yapmamak değil midir zaten.


peki hayat bundan mı ibarettir?

hayatı bir gölge gibi yaşayan karakterimiz, koskoca bir ömrün bu denli anlamsızlığa terk edilmeyecek kadar kıymetli olduğunu da, evrak yığınları arasında boşa geçirilen zamanın değerini de mide kanseri olduğunu ve çok kısa bir zaman sonra öleceğini öğrendiğinde idrak edecektir.

ölümcül haberi aldığında kaderin soğuk, buz gibi rüzgarı bay watanabe'yi titretir. o dosya senin bu evrak benim kaptırmış giderken bir anda üç beş ay içinde öleceğini öğrenmek onu derinden ürpertir. geride dişe dokunur tek bir hatıra bile bırakmadan (yaşarken dememek için) nefes alıp verirken, onu titreten ölmekten duyduğu korku mudur yoksa geçmiş yaşamının koca bir hiçlikten mürekkep olması mıdır? doğru cevap ikincisi olsa gerek.

bu sarsıcı haberi alınca oğlu ve gelininin şefkatinde teselli bulmak amacıyla eve gider ve onların odasında çöker kalır. lakin uğursuz haberi paylaşma imkanı olmayacaktır. çünkü oğlu ve gelini eve geç vakit geldikleri için onun karanlık odada iki büklüm vaziyette onları beklediğini fark etmezler. ve yeni ev alma planlarını onun ölümünden sonra kalacak olan mirası hesaplayarak yaparlar. duydukları zaten yalnız ve küskün olan watanabe için çok kırıcı bir etki yapar ve bilgiyi paylaşmadan sessizce ortamı terk eder.

kurosawa burada can yakıcı bir gerçeğin altını çiziyor

babaların evlatlara bakışıyla evlatların babalarına bakışının hiçbir zaman aynı olmaması gerçeğinin. aynı olması mümkün olmuyor çünkü babalar sonuna geldikleri hayatı geçmişe bakarak okuyorlar ve geride bıraktıklarının geleceğini önceliyorlar. evlatlar ise henüz önlerinde koca bir ömrün kendilerini beklediği gerçeğinden hareketle hep ileriye bakıyorlar ve onlar için geriden gelenler (babalar), gelecektekiler (kendi çocukları) kadar kıymetli olmuyorlar.

yabancılaştığı ailesinde bulmayı umduğu şefkat ve teselli elinde patlayan bay watanabe, ölüm gerçeğiyle yüzleşene kadar fark etmediği hayatın güzelliklerini doyasıya yaşama ve kaybettiği hayatı çılgınca telafi etme çabasına girişir. hayatın güzelliğini ölüme rastlayınca anlamıştır ve o güne kadar kölesi olduğu hayatın efendisi olmak için yaşamak isteyecektir kalan birkaç ayını. trajik olan ise bir ömür çalışarak biriktirdiği parayı nasıl yiyeceğini bilemeyecek kadar hayattan kopuk olmasıdır.

gece kulüplerinde eğlenmek, ölesiye içki içmek, fahişelerle düşüp kalkmak mıdır peki hayatı yaşamak? önce bu yolu dener bay watanabe. fakat geç kalmışlık ve boşa gitmişlik duygularıyla patlayacak gibi olan yüreğini sakinleştirmek için sığındığı ailesinden şefkat göremeyen watanabe, o zamana kadar deneyimlemediği için merakla saldırdığı hayat tarzının da ruhunu teskin etmeyeceğini fark edecektir.


ailesinin kalbini kırdığı, gece hayatının huzur vermediği watanabe ne yapmalıdır peki?

zaman hızla geçmekte, ölüm yaklaşmaktadır. bir şeyler yapmalı, boşa giden hayatı anlamlı hale getirmeli, ölmeden önce yeniden doğmalıdır. bu düşünceler içindeki kahramanımız, aciz ve değersiz varlığının sona ermesini boynu bükük ve kendisine acıyarak geçirmemeye karar vererek bir karakter dönüşümü gerçekleştirecektir. bunu da yozlaşmış bürokrasinin tüm engellerini aşarak toplumunun ihtiyacı olan bir parkı yaptırarak başaracak, son aylarını bu amaç uğrunda anlamlı ve dolu dolu yaşayacaktır. onun gözünü açan ise normal zamanda ciddiye almadığı işyerindeki şirin ve sempatik kız olacaktır. evrakların tozlu dünyasında yitip gitmenin kendisine göre olmadığını görerek istifa eden ve severek yapacağı bir işe giren kızın hayat enerjisi watanabe'nin dönüşümünde ufuk açıcı rol oynayacaktır.

kurosawa'nın filmini iki farklı bölüm halinde çektiği söylenebilir

ilk bölüm watanabe'nin ölüm haberini almasıyla içine düştüğü dehşetli ruh hali ve ölüm gerçeğiyle yüzleşmenin karakterinde yarattığı dönüşüm ile geçiyor.

ikinci bölümde ise karakterimizin ölümünün ardından evinde yapılan taziye törenine katılan aile üyeleri, üst düzey bürokratlar ve iş arkadaşları arasında gerçekleşen diyaloglar ve watanabe'nin son aylarında yaşadığı dönüşümün geride kalanlar üzerindeki etkisini izliyoruz. kanser olduğunu bilmediğini düşündükleri watanabe'yi karakterinin zıttı bir kişiliğe büründüren ve onu bir kahramana dönüştüren sebepleri sorguluyorlar. hatta bu sorgulama kısa süreliğine de olsa bürokrasinin saçmalıklarını ve kurulu düzenin yaslandığı zemini de kapsayacak şekilde genişliyor.

son olarak filmin en çarpıcı iki sekanstan bahsederek bitireyim

birinci bölüm; halkın büyük rahatsızlık duyduğu çamur çirkef içindeki bir bölgenin düzenlenerek bir parka dönüşmesi için mücadele ettiği süreçte o bölgenin rantı için pusuya yatmış mafya ile burun buruna geldiği sekanstır. "çeneni kapalı tutacaksın" diyerek yakasını çekiştiren suratı façalı mafya liderinin "hayatını riske atıyorsun!" tehdidine öyle bir bakışla bakar ki yüzündeki o korkusuz gülümseme ve derin hüzün mafya adamının pençelerini yakasından çektirecek ve nursuz suratındaki ürkütücü ifadeyi donduracak niteliktedir.

ikinci sekans ise hem anlatan polise, "ruhumun en derin yerini delip geçti" dedirtecek kadar hüzünlü hem de sinematografik açıdan bir şaheserdir. bay watanabe, büyük uğraşlar sonucu yapılmasını sağladığı parktaki salıncakta, gece vakti yalnız başına sallanarak dokunaklı aşk şarkısını söylemektedir. tatlı bir kar yağmaktadır ve az sonra ölecek olan bay watanabe mutlu ve huzurludur.