Kurumsal Şirketlerde "Aile Gibi" Olmaya Dair Tecrübesini Paylaşan Sözlük Yazarının Hikayesi
şirket içi aileleşmeye dair hikayemdir
lütfen çay alıp, okuyunuz. biraz uzun yazmak zorunda kaldım.
yıllar önce, türkiye'yi denemek için amerika'dan gelerek kendimi ülke topraklarına attığım ve bir dönem çalıştığım kurumsal bir bankada yıl sonunda parti verildi (aralık 2006).
bankanın kârlılığı ve şirkete katkı sağlayan yönetim kurulu takımı (gmy's) ayakta alkışlandı. her kürsüye çağrılan genel müdür yardımcısını hunharca alkışladık. sanırsın bu adamlar, her sabah 30 şubeyi açıp, silip, paklayıp, gelen müşteriyi kapıda karşılayıp, bankayı kâra geçirmişler gibi.
hepsinin şilt, yüklü miktar çek ve birer audi a4 marka araba ile ödüllendirildikleri geceyi ağzımız açık izledik.
bunları nereden mi biliyorum? ben o sırada, o bankada, o partinin verildiği kattaki tüm projeksiyon cihazları ve diğer it'ye ait aletlerin tam çalıştığından emin olacak kişilerin başındaki sorumluydum. yani ben de o partide elimde telsizle, içerideki it destek ekibindeki arkadaşlarıma, "şuraya baksana, ses gelmedi, yok bu kablo" diye atıp tutan kişi olarak çalıştım. hem de gece yarısına kadar.
yoksa o kabloları orada bağlayan arkadaşlar işini bilmediğinden değil, türkiye'de böyle bir meslek var. elinde telsizle, şirketin yaptığı bu partide çok önemli gibi insanların olduğunun hissettirilmesi için, senin orada konuyu sahiplenme olayın yaratılıyor. onu da insan kaynakları yani konuyu tertipleyen kişiler düşünüyorlar. bunun için oradan maaş alıyorlar.
onu ayrı bir kariyer paylaşımında anlatırım.
neyse efendim, bu partide şampanyalar, yiyecekler, kokteyller... her şey mükemmeldi. o kadar pahalı şeyler yenildi ki, atm cihazına para götürüp getiren ortalama bir nakil aracı görevlisinin belki de hayatında bir kere bile sofrasına gelmeyecek şıklıkta yemekler gelip gitti. çoğu çöpe! içeride biz aileyiz, herkes çalışanlarına aile gibi davranıyor değil mi? yeyyyyy! işte arkadaşlar takım ruhu, aile olmak budur değil mi? yeyyyyy! yani ne yalan diyim o anda aile olduk sanmıştım da. hatta bir ara, bu kadar iyi giden işlerden sonra, çalışanlara verilecek zamları da az çok hayal edebilir olmuştum. ve kendi kendime "türkiye'de yaşamak kötü değil, burada da bence amerika'nın küçük bir yansımasını yaşayabilirim" hayali bile kurmuştum.
neyse, 1 ay sonra bölüm yöneticileri açıklandı. adımız geçmedi. halbuki insan kaynakları işe alırken, "deneyimleriniz ve bugüne kadar çalıştığınız şirketler göz önüne alındığında biz sizi xx bölümüne alalım, burada xx ismi ile başlayın, kısa süre sonra kariyer planlaması yaptığımızda sizi bölüme xx müdürü olarak alırız" demişti. olsun dedim. amacım müdürlük değil, paramı doğru düzgün alabilmekti. malum "insan işe girebilmek için başlarda aza kanaat eder ama bir süre sonra da işinde çok iyiyse en iyiyi hak eder" mantığı ile yaşıyoruz.
o müdürlük işi olmadı. 45 gün sonra bölüm yöneticileri ve müdürlerine verilen araçlar için doğuş otonun kartal'daki şubesine gidin denildi, bu insanların hiçbiri gitmedi. güvendikleri için bizleri yollayıp arabalarını ayaklarına getirttiler. diyalog şöyle:
- ya morristownvalisi senin ev küçükyalı'da, değil mi?
- ya yakın evet.
- aaa süper, harika. yarın işe geç gelirsin, lütfen benim şirkete gelecek arabamı şu bayiden alıp, gelir misin? hazırmış. sadece teslimata imza atman yeterli. benzin fişi buymuş. al getir arabayı. ben karşıya geçemem şimdi trafikte falan. sağol sağol!
zam konusu gündeme geldi. yeni müdürlerin karşılarına geçip (arabasını aldığım adam da içlerinde), herkes çalışma performansını ve türkiye'deki ortalama pahalılığı konuşurken ben bir sunum yaptım onlara. yani elimde analitik delillerim var. bir şekilde boşa kira zammı vs konuşmuyoruz. o sunumda aldığım maaşı ve enflasyon oranlarını, ülkenin kira gerçeği ve araç satın alma fiyatlarını, haftasonları geldiğimiz ekstra çalışma günlerinde ödenmeyen fazla mesai ücretlerini (belli bir title üzerinde fazla mesai ödemeyen bir banka), yani durumların kısa bir röntgenini yeni müdürün önüne koydum. adam düşündü, taşındı: ortalama 2 dakika sessizlik oldu. bir kağıt kalem aldı eline ve masasında a4 kağıdının üzerine bir kare çizdi. sonra içine bir yuvarlak yapıp, ağzının kenarındaki suyu aka aka bana:
- hahahaha çok güzel çok güzel harika olmuş, morristownvalisi... vallaha amerika görmek böyle bir şey, baksana resmen film çevirmişsin yawwww haha diye gevredi, orada ne olduğunu anlamadığım çizimine devam ederek.
sonra başladı:
- şirketin hali nicedir. bu sene rakipler delirdi, herkes banka açıyor. bugün burada it o kadar ağır bir yük ki, bankanın sırtına satıp gitsek yeridir diyor yabancı ortaklar.
- işsiz mi kalalım bro? bak sana bro diyorum buradan ne kadar çok amerikan dizisi izlediğimi sen hesap et!
- bak sen amerika'dan geldin o kadar, buralara denemek için.
- hay allah ya! biz aileyiz kardeşim. bu sene zamlarda istenilen olmayacak biliyorsun ama bir şekilde ben sana ekstra yapmaya çalışacağım dedi.
o sırada elim cebime gitti. al ben sana 100 lira vereyim, aybaşı maaşları ödersin diye ama neyse çok geç dedim.
o ekstra zam hiç gelmedi, bir de ekstra alan adamların altına bağlandık. neredeyse gerileme dönemim başlamıştı. herkesin kariyeri ileriye gider. benim kariyer geriye gidiyordu. sebebi de aile olmamız.
banka başka şirketleri bünyesine katmaya başladı. çevresinde ona iş üretmiş ve çözüm ortağı olan firmaları bir bir kapatmaya başlamıştı. hepsini tek çatı altında toplayıp, onlara yatırım fırsatlarını gelin içeride yapın diyordu.
o şirketlerdeki çalışanları da bir bir başımıza yönetici yapmaya başlamışlardı. örneğin bir kablolama şirketi satın alıyorlar diyelim. tak oradaki 12 kişi, 40 kişiyi yönetmeye başlıyor. benim bildiğim, 12 kişiyi şirket içerisinde gruplara dağıtırsın. işine yarayan kafa adamları alır, orada kurum kültürüne uyum sağlayana kadar bir izlersin. burada ilk gelen adamlar 2. gün yavrum bize bir su falan getirin, kuruduk demeye başlayıp, bizim banka içerisinde 10 yıldır kablolama yapan data teknisyenlerinin bir bir canlarını sıkarak işten kaçmalarını sağladılar.
başka şirketten gelen adamların benden x3 kat fazla maaş aldığı ortaya çıkınca, severim böyle ülkeyi diyip 2 sene sonunda bavulu toplayıp ailemi terk ettim.
ben çok dürüstçe, her gün, 2 sene boyunca yılmadan konforsuz bir servis aracı içerisinde 2 saatlik trafikte, o bankayı denedim. dürüstçe denedim. hiçbir kuruş da çalmadım. hafta sonu yemek verilmedi, bir kere olsun "yemek fişim nerede?" diye birilerine mesaj atmadım. evden götürdüm.
bugüne kadar okullardan, işlerden öğrendiğim her şeyi o bankanın cihazları üzerinde uyguladım. bankanın tüm teknolojik alt yapısındaki sorunları, ekstra yüklerini düzelttim ve bazı noktalarda ekstra ödenen paraları bile onların kazancına çevirdim. hepsini raporladım. yeni şubeleşmede, %15 gibi bir ekstra kablolama zaruriyetini giderdim. para bankanın cebinde kaldı.
ama aile dedikleri şey içerisinde hep sikilen, ezilen karakterleri oynamak da bir yere kadar. insan düşünen varlıktır. oturup düşünüyorsun: bu ne lan? ben kimim? burada ne işim var ? bu bana işi veren arkadaşın benden farkı ne diye?
inanın bana, bu kadar aleni bir mobbing amerika'nın en küçük kasabasında yapılsa ve adam dava açsa, uzun yıllar sürer belki ama sonunda davayı adam kazanır.
genel müdür yardımcıları pahalı audi a4 anahtarı alacak, ben %3 zam alamazken bir de bankanın acılarına ortak olacağım? bana insan kaynaklarından lütfen printer içerisindeki kullandığınız kağıtların arkalarını da kullanın mesajı gelecek, üst kısımdaki paşalarıma maaşınıza ekstra ödeme şu gün yatıyor diye mesaj gönderilecek? hani, sosyalist kafada değilim. herkesin götünün yerini bilmesi gerektiğini bilen bir yerde yaşıyorum 23 senedir. diyeceğim o ki, bu kadar büyük adaletsizliğin olduğu yerlerde kimden ne mutluluğu bekliyorsunuz? ne ailesi? ne işi?
kaba tabirle geneleve düş daha iyi, bari senedini gün olur bir yiğido yırtar. ama banka içerisindeki acı, çekilesi değil. adaletsizlikler resmen duvarlarda yankı yapıyor ve her sene o duvarlar arasına girip, çalışmak için koca koca üniversitelerin anfilerinde binlerce genç elinde bir çürük elma, bir başvuru formu ile soğukta bekliyor ki, birilerinin aldığı maaş çekindeki ayrıntı olmak için.
çünkü en üstte yenilen pastadaki payı görüyorsun, bir de kendi yaptığın işte aldığın parayı görüyorsun. sonra ay sonu geldiğinde kredi kartındaki borca maaşı transfer ettiğinde, yeni bir ayı o kredi kartının içindeki borcu doldurmakla geçiriyorsun yeniden. hani bunu eğitimsiz, cahil, bankaya dayı torpiliyle girmiş adam için diyebilirsin ama yüksek lisanslı, amerika'da dell, hp ve uber gibi şirketlerin bazı bölümleri kurulurken, fikri alınmış birisi olarak düşününce: ne dışarıda okuyana, ne içeride okuyana yani aslında kafası çalışıp, firmasına artı değer kazandırana bir tebrik yok. tek istenilen, karar mercii olan kişilerle aran çok iyi olsun. hep onlarla yemeğe git, onların ayak işlerini yap ve sonra onların dilinin ucundan hep sen çık! bu isteniyor ve şirket içi kurumlarda aile ortamı böyle yaratılıyor. bugün ailede bile bu rolü iyi oynayan çocuğun kazandığı bir dünyadayız. ne bileyim, ben aileme bile böyle bir konuda karşı gelmiş, boyundurluk altına girmeden kendi çabalarım ve burslarımla okumuş bir adamım. bu saatten sonra kalkıp 6 senelik deneyimi olduğu için bana arabamı getir diyen birisine de bu saatten sonra tek söyleyeceğim: "siktir git" olur.
uzun lafın kısası diyeceğim o ki, şirketlerde aile olunmaz
ailen ancak seni doğuran ve sana yıllar içerisinde gözü gibi bakan insanların olduğu 4 duvar arasındaki hanede olur.
bir kriz anında seni evden çıkaran bir baba, bir anne olmaz. sana az yemek verelim diyen bir aile olmaz. kardeşine a4 alırken, sana götünü sat öde elektriği diyen bir ev olmaz.
o emekli baban, sen işsiz kaldığında cebine harçlığını koyar yine de senin yüzünü soldurmaz.