Lord Byron'ın Tarihin İlk Rock Yıldızı Sıfatını Kazanmasına Sebep Olan 36 Yıllık Hızlı Hayatı

1788-1824 yılları arasında yaşayan Lord Byron'ın Yunan ordusuna katılmaya varan çılgın hayatını mutlaka okumalısınız.
Lord Byron'ın Tarihin İlk Rock Yıldızı Sıfatını Kazanmasına Sebep Olan 36 Yıllık Hızlı Hayatı

edebiyat dedikodusu denince çok fazla rus edebiyatı goygoyu döndüğü için bir ingiliz edebiyatı mezunu olarak birazcık ingiliz goygoyu yapmak istiyorum. bunun için seçtiğim isim, ingiliz edebiyatında dedikodu denince akla gelen lord byron. kendisinin hem biraz hayat serüveninden bahsedeceğim hem de hakkında ortaya atılmış dedikodulara değineceğim.

“gerçek bir beyefendi, yalnızken de burnunu karıştırmayandır” gibi tuhaf vecizeleri olan lord byron, edebi anlamda bakıldığında aslında bir william wordsworth, john keats veyahut bir william blake gibi dönemin şairlerinin gölgesinde kalmış bir isim. onu öne çıkaran yanı edebiyatının ötesinde ilginçliklerle dolu yaşamıdır. öyle ki kısa ömründe, ismini tarihe “dünyanın ilk rock yıldızı” olarak yazdıracak, “ünlü” ve “şöhretli” gibi günümüzde sıkça kullanılan kavramların ortaya çıkmasına vesile olacaktır.

22 ocak 1788’de doğan lord byron’ın asıl adı george gordon’dır

11 yaşındayken, vefat eden akrabasından lord unvanıyla byron ismini almıştır. henüz çocukken çevresinde pek çok “sıra dışı” figür bulunan byron’ın dedesi bir düello sırasında rakibini öldürdüğü için hapis cezasına çarptırılmış, deli jack lakaplı gemi kaptanı babası annesinin bütün servetine konup sırra kadem basmıştır. yani göreceğiniz gibi byronlar'ın tuhaflıkları genetik mirastır.

eğitimini oxford’ta tamamlayan byron, 17 yaşında avrupa’yı dolaşmaya başlar. avrupa turunun son durağı, o zaman osmanlı imparatorluğu olan türkiye’dir. burada çanakkale boğazı’nı yüzerek geçince bir rekora imza atar. “sestos’dan abydos’a yüzdükten sonra yazılmıştır” adlı şiirinde bundan bahsederken bir yandan başarısı üzerinden kendisini öve öve bitirememektedir.

byron’ın eserlerinde kendisini sürekli övmesinin bir nedeni, muhtemelen doğuştan topal olmasıdır. topallığı, onda tarifi güç bir eziklik duygusuna neden olmuştur. bu bedensel kusurunu kapatmak için spora yönelmiş ve iyi bir yüzücü olmuştur. gelgelelim yaşadığı dönemde yüzücülük yaygın bir spor dalı olmadığından, bu alandaki kayda değer başarıları da dikkatlerden kaçmıştır.


ülkesine dönünce lordlar kamarası’na katılır

dönemin sosyetik kadınları arasında byron ismi kulaktan kulağa yayılmaya başlar. kadınlar onun için yanıp tutuşmakta, koca ülke byron için çıldırmaktadır. öyle ki byron, bir gün içinde yüzlerce hayran mektubu almaya başlar. kadınlar, byron'a bağlama büyüsü yaptırdıklarını itiraf ederler. bazı kadınlar daha da ileri giderek aşklarına karşılık alamamaları durumunda byron'ı ölümle tehdit ederler. byron, dünyanın ilk ünlü siması oluvermiştir. o artık adeta bir rock yıldızıdır.

byron, ülke çapında bir şöhrettir artık

öyle ki hemcinsleri onu kıskanmaya başlamış, hakkında ileri geri konuşup byron’ın eşcinsel olduğu dedikodusunu çıkarmışlardır. anladığımız kadarıyla byron’ın eşcinsel olma ihtimali hayli düşüktür. zira sarf ettiği “ne kadınlarla oluyor ne de bu dünya onlarsız çekiliyor” gibi kadın düşkünü lafları, kendisinin eşcinsel olmadığına işaret edebilir.

dönemin gotik yazarlarıyla sıkı fıkıdır. örneğin mary shelley, her yaz byron’ın isviçre’deki malikanesine gidip onunla vakit geçiren sayılı yazar arkadaşından birisidir. “frankenstein”ı da orada, “en korkunç hikâyeyi kim anlatacak bakalım” temalı bir yazma gecesinde kaleme almış, aynı gece byron da “mazeppa” adlı şiirini yazmıştır.

byron, dış görünüşüne tam anlamıyla takıktır

gündelik yaşantısında nasıl göründüğüyle fazlasıyla ilgilidir. bu anlamda dünyanın ilk “metroseksüel erkeği” olduğu da iddia edilir. kilo almaya elverişli yapısı yüzünden günü tek öğünle savar, bütün gün açlıktan karnı guruldar. bu asabını fazlasıyla bozan bir durumdur. “ben yiyorum ama hiç kilo alamıyorum”culardan aşırı nefret ettiği ve rahat rahat yemek yiyen kadınları öldürmek istediği kulaktan kulağa fısıldanır.


byron, hayatı boyunca birkaç kadınla evlenmeyi dener

ilk evliliği oldukça kısa sürer. bu evliliğinden bir kız evladı olur. bir türlü geçinemediği karısını evden kovduktan sonra ona eve geri dönmesi için şiirler yazar. ancak kadın geri dönmeyince byron da ülkesini terk edip italya’ya taşınır. onu bu karara zorlayan bir diğer önemli etken de ülkede yayılmaya başlayan byron’ın kız kardeşiyle ilişkiye girdiği söylentisidir. bu garip söylentinin aslı astarı hiçbir zaman anlaşılamaz. bugün dahi pek çok eleştirmen bu hususta bir fikir birliğine varamaz.

italya’ya taşındıktan sonra teresa isminde bir kadınla bu kez daha düzgün bir evlilik yapar. teresa’nın ailesi siyasetle ilgili olduğundan byron da ucundan siyasete ilgi duymaya başlar. bu ilgisi, yunanlar’ın osmanlı imparatorluğu’na karşı verecekleri bağımsızlık savaşında yunan saflarına katılmasına kadar uzanacaktır.

bugün kendisinin türk düşmanı olarak lanse edilmesinin nedeni de işte bu hadisedir

halbuki byron türk düşmanı falan değildir. bu dönemde kaleme aldığı mektuplarda türkler’i öve öve bitiremez, türkler'in hep ne kadar güçlü olduklarından bahseder. kız kardeşine yazdığı son mektuplardan birinde, “galiba müslüman olacağım” diyen byron, tekrar türkiye’ye dönmek istediğini ve hatçe isminde, savaş sırasında yunanlar’ın kaçırdığı dokuz yaşındaki türk kızını evlat edineceğini itiraf eder.

19 nisan 1824’te italya’dan yunanistan’a döndükten sonra hayatını kaybeden byron’ın niçin öldüğü halen belirsizdir. ölürken “iyi geceler” dediği rivayet edilir.

öldüğünde sadece 36 yaşındaydı

hızlı yaşayıp genç ölmüş, ardında gözü yaşlı milyonlarca kadın bırakmıştır. böylesi bir simanın ölürken azrail’e söylediği tek cümlenin “hayata doydum azrail, hesabı getir” olabileceğini düşünüyorum. ne eksik, ne fazla.

isveç devleti, milenyuma byron şiirleriyle girmeyi tercih etti (hani bizim dansöz oynattığımız gece. hakeza byron yaşasaydı, dansözlü yılbaşı kutlamasını tercih ederdi muhtemelen).

“bildiğim tek sanat beğenmemektir” sözü, ölümünden bu yana zor beğenen kızlarımızın kulağına küpe oldu.

there is pleasure in the pathless woods” isimli şiiri, “into the wild”ın başlangıç sekansında gözükerek 2 saat 30 dakikalık filmi bir çırpıda özetledi.

tüm bunların yanı sıra torunu, dedesini ve başarısını yad etmek için tam 200 sene sonra çanakkale boğazı’nı yüzerek geçmeyi denedi, ancak başarılı olamadı.