Modern İnsanın Anlamsız Problemlerine Dair Duygularınıza Tercüman Olacak Bir Deneme
modern insanın en büyük problemi
bu bizim senkronize yalnızlığımız...
"kimse yaşadığımız mevsimin, günlerin ve gecelerin yaşamın kendisi olduğundan söz etmiyor bize. her an belirtilen bir öğretiye, bizler hep hazırlanıyoruz. almanca, ingilizce, latince, goethe, schiller, rus- alman savaşları, karlofça- pasarofça antlaşmaları, fen bilimleri, sayıların kökenleri, köklerin kareleri, tüm dünya ülkeleri. tüm dünya ülkelerinin savaşları. nasıl yurttaş olunabileceği. askerlik görevleri. savunma. müslümanlığın koşulları. faust'un özü. bulutların oluşması... bütün öğrendiklerimi unutmak istiyorum."
"bizi bıraksalar, ben onun dizlerine yatsam. içgüdülerimizle gövdelerimizi tanısak. birbirimizi sevsek. doğanın geliştireceği sevgi içinde büyüsek, ana karnındaki çocuk gibi..."
"anlatamayacağım. bu insanlar guguk kuşu filmini de, napolyon'un yaşam öyküsü filmini de, limana yanaşan beyaz bir yolcu gemisini de, vitrindeki yeni sonbahar giysilerini de aynı gözlerle izleyebiliyorlarsa, elimden ne gelir?”
çin menşeli kalpler.
herkes birbirinin eski sevgilisi. herkesin birbirinde birini unutma ve eskitme çabası.
tüketim çılgınlığı.
pamuk ipliğine bağlı sebeplerle biten arkadaşlıklar.
ıssız adamlar.
elektronik cihazlara olan bağımlılık.
bana dokunmayan yılan bin değil on bin yıl yaşasıncılık.
tepesine vur ekmeğini al gene de sesini çıkarmayan ezik toplum.
aşık olamamak. hızla çoğalan one night stand geceleri.
uç kesimlerde yaşayan insan tipleri.
maaşı bankalar arasında bölüştürmek için çalışan beyaz mavi pembe bilimum renkli yakalı çalışan.
1 haftalık tatil için 12 ay çalışmanın mantıksızlığı.
kafanın üstünde sürekli bir soru işareti ile gezmek.
vucüdun 3/1 suysa geri kalanı depresyon.
birbirine hava atmak için alınan gereksiz mobilyalar.
çiçeklerle otla böcekle konuşmaya başlamak.
insandan çok eşyaya değer verme.
sokaktaki vahşi ortamdan korumak amaçlı eve hapsettiğimiz zorla evcilleştirdiğimiz hayvanlar.
özgürlüğü çok yanlış anlamış popüler kültürün eşiğinde can çekişen paragöz kızlar.
trafik..uzun süren kırmızı ışıklar kısa süren yeşil ışıklar.
kendine büyük önem atfetme.
evliliği kurtarmak için yapılan çocuk...
bitmek bilmeyen kas ve eklem ağrıları.
klima ışıktan ötürü doğan ofis savaşları...
sorgulamayan ve üretmeyen hazıra konan insan modeli.
avm... fast food...
asgarisi ödenmiş kredi kartı ve her ay diğer aya ötelenen borcu..
bedava dağıtıldığını düşündüğüm gri ve yeşil renkli eşofmanla dolaşan genç kabileler ve ilginç saçları.
hak hukuk adalet kavramlarının deforme olması.
öz kültürünü unutma ve her yeni çıkan akıma uyma gereksinimi, uymazsa dışlanma korkusu.
her toplumsal olayda ülkeyi her şeyi bırakıp kaçma isteği.
kendini kendinden başka herkese beğendirme arzusu ve büyük çekişme. altında yatan amaç seks tabusu ve açlık. kabul edemediğimiz ilkellik duygusu.
“her nerede değilsek orada mutlu olacakmışız” hissi..”sonrasında da nereye gitmek istiyorum ki? nereye gidebilirim ki? sürekli gitmek istemek de, bir yerde, hiçbir yerde olmak istemek değil mi?” hissi.
ve asla bitmez tükenmez sonu gelmeyen egolar ve sonucu kocaman bir yalnızlık...
neden eski zamanlarda yaşamak istiyoruz?
çünkü eski zamanlarda her şeyin değerli olduğunu düşünüyoruz. sebep. bilinmezlik. eskiden her şeyi bilmiyorduk. her şeyi yarım yamalak değil bir şeyi biliyor iyi biliyorduk. konunun uzmanıydık zalimi değil... gizemliydik. çok iletişim halinde değildik. şu an beklemenin ne demek olduğunu bilmiyoruz. bir mektup gönderdiğimiz de aylarca mektubun ne zaman geleceğini içinde ne yazdığını o bekleme sürecini heyecanını geldi mi gelecek mi tedirginliğini postada mı kayboldu endişesini yaşardık. ya şimdi? “okundu” ibaresi görmek, “ iletildi” mesajını almak sabırsız kalplerimize soğuk su serpiyor. sevdiğin kızla/erkekle buluşmak için çeşme başları buluşma yeriyken şimdi ne çeşme kaldı ne de o köy... ofisler de ki sebil başında insanlar birbirinin yüzüne bile bakmıyorken şimdi ki buluşma yerleri kapitalist iktidarların sevdiği adamlarının isimlerinin verildiği meydanlar oluyor... eskiden buluşmak için verilen saat diliminde orda olunurdu. söz önemliydi. şimdiki gibi 5 dakikada bir geldin mi? nerdesin? hala gelemedin mi? gibi, afra tafra sıkıntılarına girilmiyordu. gelmezse gerçekten önemli bir işi çıkmıştır, yoksa gelmemezlik yapmazdı düşüncesi vardı. oysaki şimdiki zamanda öyle mi? eğer gelmemişse kesin bir şey vardır... neden gelmediğinin sebepleriyle ise birbirinden haince düşüncelerle 5 bölümlük korku-dram dizisi çekilebilir. aşk o zamanlar haber alınamadığında başına kötü bir şey geldi mi diye düşünmekti... garantici ruhlarımız heyecan tedirginlik endişe nedir bilmeden bekleme duygularından yoksun mekanik bir şekilde dolaşıyor çarpık kentleşmiş, yeşilden yoksun bu şehirlerde.
huzursuzluğun kitabında şöyle yazıyor: “bu yüzleri, bu alışkanlıkları, bu günleri görmek istemiyorum artık. başka biri olmalı, hücrelerime sinmiş bu rol yapma saplantısının yorgunluğunu atmalıyım. uyku huzurla değil, hayatla çöksün üstüme. deniz kenarında bir kulübe, hatta dağların sarp eteklerinde bir mağara yeter bana. ne yazık ki istemekle olmuyor. kölelik bu hayatın yasasıdır; başka bir kural da yoktur zaten, çünkü isyan etmenin de, kaçmanın da mümkün olmadığı, kayıtsız şartsız boyun eğilen yasa budur. kimileri köle doğar, kimileri sonradan olur, kimileri ise köleleştirilir. özgürlüğe olan korkakça sevgimiz (ansızın özgür kalsak, bu sefer de yeni bir şey olduğu için yadırgar, hemen kaçardık özgürlükten) köleliğin üzerimizdeki ağırlığını açıkça gösteriyor. beni ele alalım; her şeydeki, yani kendimdeki tekdüzelikten kurtulmak uğruna bir kulübeye ya da mağaraya kaçmaya hazırım ama kendi varlığımın bir özelliği olan tekdüzeliği gittiğim her yere taşıyacağımı bile bile, o kulübeye gitmeli miyim acaba? var olduğum yerde, varolduğum için göğsüm sıkışırken ve bu hastalığın etrafımı saran şeylerden değil, ciğerlerimden kaynaklandığını bilirken, daha rahat nefes alabileceğim bir yer bulabilir miyim?”
genel olarak bulamıyoruz ve bulamadığımız içinde bedenlerimize toplumun istediği kişilikleri monte edip kiralık ruhlarla dolanıyoruz birbirimize çarpa çarpa...
birbirinden bağımsız gündüz ve gece hayatımız oluyor
bildiğin maskeli balo ve günün belirli saatlerine uygun sahte yüzlerini takınarak geçirdiğimiz mevsimlerimiz var. mesela kahve içmeden ayılamadığını savunan-ki gerçekte tadından pek mutlu olmayan -ve buna örnek yarım bırakılan kahve bardakları en büyük şahitken-, öğlen yediği salatasının ne kadar pahalı olduğuyla kendi ederini karşılaştıran elit olduğunu sanan beyaz yakalı tüm parasını verdiği daha adını söylemeyi başaramadığı alengirli kahvesi ve bilmem ne soslu salatasından ötürü akşam evinde dünden kalmış makarnasına talim olacağını bile bile modern hayata uyum gösteriyor, suni olarak mutlu oluyor... gelelim diğer renk yakalı arkadaşımıza... asgari ücretli çalışanımız ise maaşının boyunu 3 kat aşan ve taksitle alınmış son model cep telefonuyla instagram'da çay fotoğrafı yayınlayarak altına da bir de cemal süreya şiiri döşeyen mavi yakalının durumu beyaz yakalıdan bir tık aşağıda ama aynı acizlikte. pülümür’lü cemal süreya bileydi şiirlerinin böyle harcanacağını eminim yazmazdı.
neyse işte sevgili beyaz ve mavi yakalı kardeşlerim... ikiniz de yalnızlıktan kusuyorsunuz biliyorum. nerden mi biliyorum? biliyorum işte karıştırmayın. ne büyük yalnızlık içerisinde olduğumuzu bilmemize rağmen bu dayatılan teknolojik moda ve kendinle baş başa kalmamak için yapılan büyük sosyal deneyde zenci fare deneği olmaktan kaçınamıyoruz. binbir türlü teste tabiyiz. bu durumdan rahatsız olsak bile başka bir çaremiz olmadığını düşünüyoruz. eğer kendimizle baş başa kalırsak ne kadar küçük olduğumuzu görmekten korkuyoruz. korkularımızla utançlarımızla pişmanlıklarımızla yüz yüze gelmek mutlu etmiyor. modern insan rahat etmek ister. bıkkınlık veren kahve çay mavi şiir fotoğraf ve mekan check-in'leriyle yüzeysel olarak mutlu olmak daha işimize geliyorsa demek...
peki onlar işimize geliyor da biz nereden geliyoruz? ayrı ayrı bitişik evlerde izole olmaktan, beton varoş şehirlerden, hapishane hücrelerinden, yetimhanelerden ve özel ünitelerden, medyanın beyin yıkamasından, tüketicilikten, bedeni cezadan, şiddeti reddeden ideolojiden, depresyondan, hastalıktan, rezaletten, utançtan, insanların alçalmasından, emperyalizm tarafından sömürülen bütün bir halktan geliyoruz"..klişedir balık hafızalı milletiz vesselam. geldiğimiz yerleri unutup gitmek istemediğimiz yerlerde mahsur kalıyoruz..
mahsur kaldığımız bu yeni dünyada sensörlü sifonlar, orasını burasını kurcalayıp sarsıp akıtmaya çalıştığımız afili musluklar, apartman lambasının bile fark etmediği biz silik insanlar var... bu konuyla ilgili acı bir anım var... devrimci bir abim vardı... -dı diyorum çünkü artık yok... yaklaşık 10 yıl cezaevinde kaldı... suçu malumunuz, düşünmek... 10 yıl sonra özgürlüğüne kavuşan abim dışarıya arkadaşlarıyla yemek yemeye gitmişler. gördüğü işkenceler ve yıllar yılı kapalı bir alanda kalmanın vermiş olduğu etkiyle tek başına yürümekte zorlanan abim lavaboya gitmiş ellerini yıkamaya... ellerini yıkayacakmış ama musluk akmıyormuş. musluğun düğmesi başlığı hiçbir şeyi yok. şu elini sensöre tuttuğunda akan musluklardan. ama anlayamıyor. utanıyor sormaya. ellerini yıkamadan geri dönüp oturuyor yerine. soramadım diyor. okumadığın kitap kalmadı bunu mu bilmiyorsun diye sorarlar diye kitaplar da yazmıyor ki ne bileyim yavrum utandım sormaya demişti anlatırken. ben içerdeyken ne kadar çok şey değişmiş. insanlar değişmiş, musluklar bile değişmiş dedi. içime bir şey oturdu o akşam ben de tek başıma yürüyememiştim o ağırlıkla... abim 1 yıl sonrasında kalp krizi geçirip vefat etti. ne zaman bir yerde afili musluk görsem sinirleniyorum ve küfrediyorum.
mehmet pişkin mesela... yaşayacağım bir şey kalmadı diyerek yaşamına kendi eliyle son veren bir insan. mehtap zengin... cinsel tercihinden dolayı toplum baskısından bunalıp intihar eden trans bir birey... “yoz bir toplum düzeninde yaşamaktan usanıp yaşamlarına son verenlere, üstlerine gaz döküp kendini yakanlara hasta gözüyle bakıyoruz. onları ruh hastası saymakla, insanın insanca yaşamak hakkına, insan olarak yaşayamıyorsa yaşamı dışlama kararına tepeden bakıyoruz. insan yaşadığı toplumdan utanç duyduğu için pekâlâ canına kıyabilir, inanıyorum buna. böyle önemli bir kararın arifesinde, benzer kararlardaki bocalamalara da yer yoktur üstelik: kaldırım kirlense de olur, banyo kanlansa da, çocuklar korksa da, dostlar üzülse de. bu tür incelikle, kaygılar çok geride kalmıştır. bizleri perişan eden, elimizi kolumuzu bağlayan; büyük kavgalara biriktirmemiz gerek öfkeyi ve gücü, günlük yaşama içinde ucu ucuna harcamak zorunda kalışımız. sürekli aldatılma, yanıltılma; neyi, nasıl ve ne uğrunda harcadığını bilmemenin belirsizliği.”
işte bizim modern zaman dilimimizin içinde “cenkler, ayinler, kesik damarlar, kapıları yumruklayışlar, cipralexler, turgutlar, edipler, sezailer, siyahlar, beyazlar, uykusuzluklar, bitmeyen baş ağrıları, bildirilerin öfkesi, duvarlara uzun dalmışlıklar var. yorgun gözler ve içinde bekleyişler, bekleyişler, bekleyişler, bekleyişler, bekleyişler, bekleyişler…” var. albert camus, jean paul sartre ve bukowski'nin varlık ile yokluk, yaşamın anlamı ve anlamsızlığıyla ilgili yazdığı her paragrafı kendi hayatımıza copy ederek, başkalarının yazdığı cümleleri hayatımıza paste yapıyoruz. "işte bu aynen böyle be" diyerek doğmamış cümlelerimizi öldürüyoruz. cümle kurmadan aile kuruyoruz. "neden dost olmadan, erkek-kadın, karı-koca olmaya çabalıyoruz? yirmi yaşlarının başındaki insanlar böyle mi olmalı? sevişmek için, ilkin nikâh imzası mı atılmalı? ya da yalnız kalıp, yıllar yılı erkek-kadın özlemiyle kendi kendilerine mi boşalmalılar? erkekler, kadın resimlerine mi bakıp heyecanlanmalılar? ilk kadını genelevde mi tanımalılar? karı-kocalar birbirlerinin gövdelerine mal gözüyle mi bakmalı? insanın doğal yapısı bu davranışların tümüne aykırı. bizim insanlarımızın insan sevmesi, insan okşaması çocukluktan engelleniyor. saptırılıyor. çarpıtılıyor." neden neden neden diyerek başımızın üstünde bir çizgi film karakteri gibi kocaman bir soru işaretiyle geziyoruz.
modern hayatın bir getirisi de seçimsizlik ve birçok alternatif
ikisi arasında sıkışan insanoğlu bocalayıp duruyor. bir ceylanın öldürülüşünü 10 farklı belgesel kanalında izleme keyfi! olabilir mi? oluyor... yapmak isteyip de yapamayacağımız şeylerle doldu taştı dünya. izlenecek tonla film, dizi, okunacak kitap, gidilecek görülecek gezilecek yerler ve ortalama 70 yıl ömür var heybemizde. hepsini de bu zaman dilimine sığdırma telaşı... ilk 20 yıl çocukluk ve okul, sonraki 10 yıl kariyer, daha sonra ki yıllarda evlilik, ev kredisi, altınlarla araba alma, çocuk doğurmak, çocuğun okul masrafları, emeklilik ikramiyesi ile yazlık alma vs vs. ha bir de bunların dışında manen biten evliliklerini çevresindekiler için yaşatma derneği üyeleri olan çiftler son çare çocuk yapıyorlar. bu da modernitenin son golü evliliklere. kimi zaman iyi ki yapmışım denilen çocuk kimi zaman ayak bağı ve baş belası olarak nitelendirilebiliyor ve onun yarattığı kaos da... çocuk için katlanılan, devam edilen ilişkiler birbirini aldatan çiftler, aldattıkları üçüncü kişinin hayatını karartan zincirleme yasak sevgiler... modern hayatın getirdiği evlilik tam olarak bu..."ihtiyaçlar için çocuk dünyaya getirmek yanlış bir şey, yalnızlığını hafifletmek için çocuğu kullanmak yanlış, insanın kendisine benzer bir kopya çıkarmayı kendine amaç edinmesi yanlış. tohumlarını geleceğe doğru kusarak ölümsüzlüğü araması da yanlış, sanki spermler bilincini taşırmış gibi!" daha korkuncu ne biliyor musunuz? taşıdığını düşünüyorlar.
aynı mağazadan aynı berberden çıkmış aynı suretli insanlar nerde türüyor diye soruyor musunuz hiç? sormaktan öte zaman zaman onlardan biri olduğumuzun farkında mısınız? süratle tektipleşen giyim stili... o ayın rengi ve modası olan giysi sahtesi ve orijinali ile üst-alt tabaka arasında hızla yayılması. orijinali çıktığı gün sahtesinin aynı zamanda piyasaya sürülmesi sanırım ülkemize ait üretim hızı. ironik. ya da daha vizyona girmeyen filmin korsanının çıkması gibi. devlet isteseydi bu giyim kuşam konusunda tektipleşmeyi bu kadar başarılı olamazdı sanırım. farklı bir renkte farklı bir tarzda giyinen kişiye değişik bakışlarımızla taciz ettiğimiz bizden değil baskısını uyguladığımız zamanlar...
bir de ütopik bir hayal var ki, henüz kurmayanını görmedim
-ben dahil- lambadan cin çıksa tüm herkes aynı dileği ister.sevgili cin bu genel hayal karşısında çaresizce düşünür eminim bu kadar insanı hangi sahile sığdıracağım diye. hayal tahmin ettiğiniz üzre; sahilde bahçeli bir ev bahçesinde domates ekip biçmek araba yerine bisiklet kullanmak ve şu an yapılan mesleği bırakmak. mesleği bırakanlar derneğinin üyelerinin bir kısmı da merkezi bir yerde büfe açma fikrini savunuyorlar sahilcilere karşı. çatışmalı ve karar verilmesi zor bir fikir tabii.
tekrar teknolojinin ilişkilerimize özel hayatımıza nasıl girdiğine şöyle bir bakalım mı?
you've got mail adlı bir film vardı, bayağı eski bir film. kadın ve erkek kişisinin internet üzerinden başlayan ilişkisinin gerçeğe taşınması ve o klavye başında geçirilen saatleri anlatan bu filmde rol almasını istediğimiz kişiliklerimiz kendini koyacak yer ararken bir anda mirc ile istediği yeri buldu. milenyumdu teknoloji çağıydı derken hayatımızın özetini, toplumsal mesajlarımızı, sevgiliye verdiğimiz atarlı giderli tepkilerini mirc’den sonra msn denen chat'leşme programının durum iletisi kısmını kullanarak verdik bitirdik. o iletiye göre şekilllenen sohbetlerimiz ve ilişkilerimiz -ekle engelle sil- üçgeninde yitip gitti. tabii biz yerimizde dururken aç teknoloji ilerledi ilerledi ve bilgisayarları daha da küçülterek ceplerimize kadar yerleştirdi. hızla yayılan yeşil logolu whatsapp virüsü girdi hayatımıza soldan bir şut golüyle. elinde ki telefonun işletim sisteminin adını bilmeyen orta yaşlı kesim bile “vatzabın” var mı diyebiliyordu? gerçi ne kadar facebook'a bulaşsa da annem henüz telefonu çözemedi. ona attığım mesajları akşam gidip gene ben okuyorum ne güzel yazmışım yav diye kendime gülüyorum. her neyse iletişimi salise olayına indirgedik. indirgedik de duygularımızı sıfırladık. gelmeyen cevaplar için anında arayıp bir şey yazdım gördün mü sabırsızlığına eriştik. ekle sil engelle ile bitirdiğimiz zaman dilimi yeniden hortladı. gönder tuşuyla biten aşklar, arkadaşlıklar dilimine girmiştik artık. o dilime girmemek için eski telefon kullanmaya devam eden direnen küçük bir azınlığı da kullandığı telefonun eski modeliyle dalga geçip onu da gittikçe büyüyen canavarlaşan teknoloji halayımıza çekmek için elimizden geleni yaptık yapıyoruz. telefonun şarj aleti hepimizi esir almış haberimiz yok. telefonumu benden çok şarj aleti kullanıyor. prizli masada oturmak büyük mutluluk mesela. mutluluğa bak! mutluluk çeşidine bak! prizin değerli olduğu zamanlar... priz bile şaşırmıştır bu duruma.
paul aster bu konuda şöyle diyor: "modern yaşantımızın gerçeklerinden biri de insanların telefona bir tür kutsallık atfetmeleridir. sırf telefona yanıt verebilmek için, ateşli bir sevişmeyi, ya da ateşli bir kavgayı yarıda kesebilirler. telefonu açmamak bir tür anarşi, toplumun temel yapısına karşı bir tavır olarak görülür."
her şeyi aynı anda yapmak istemek ve bunun getirisi zamansızlık
zamanı verimli kullanmak için açılmış tonla kurs seminer, kurulmuş milyon dolarlık danışman şirketleri, bu şirketler de çalışan spor arabalarıyla gezen yaşam koçları bize umut sevgi ve güzellikler dağıtıyorlar cüzi! miktarlar karşılığında. önümüze çarşaf çarşaf kağıtlar sererek rengarenk gazlı kalemleriyle janti kıyafetleriyle zihnimizi hipnoz edip bizi kısa bir hayal turuna çıkarıp anlık rahatlatıp evimize gönderiyorlar. kurulu oyuncak gibi. bir türlü alış veriş..kendi yok ettiğimiz duyguları geri kazanmak için parayı aracı kullanarak şu kadar ün yapmış bu kadar ödül kazanmış psikologlara açlık sınırında olan bir aileyi doyurabilecek seans ücretlerini döküyoruz. seanslar esnasında gözlüğünün üstünden bakan doktora milletçe şu şekilde şikayetimizi anlatıyoruz; "yıllar boyunca herkesin ahlakına göre yaşamayı istedim doktor.. kendimi herkes gibi yaşamaya , herkese benzemeye zorladım.. kendimi ayrı düşmüş hissettiğim zaman bile, bütünleşmek için böyle davranmak gerektiğini söyledim... ama bütün bunların sonunda felaket geldi... şimdi kalıntılar arasında dolaşıyorum, kuralsızım, tereddütler içindeyim, yalnızım ve bunu kabullenerek, tek oluşuma ve kusurlarıma boyun eğdim. tüm yaşamımı bir nevi yalan içinde yaşadıktan sonra bir doğru yaratmak zorundayım".
ilgi duymuyorum doktor. hiçbir şeye ilgi duymuyorum. nasıl kaçabileceğime dair hiç fikrim yok. diğerleri yaşamdan tat alıyorlar hiç olmazsa. benim anlamadığım bir şeyi anlamışlar gibi sanki. bende bir eksiklik var belki de. mümkünde. sık sık aşağılık duygusuna kapılıyorum. onlardan uzak olmak istiyorum. gidecek yerim de yok. intihar? tanrım, çaba gerektiriyor. bir beş yıl uyumak istiyorum; ama izin vermezler biliyorum? ne yapacağım doktor!... filmler de gördüğümüz sahnelerin bire bir aynısıdır psikolog seansları. anlıyorum sizi evet hı hıhımlar arasında tekrar evimize yollanmak üzere paket yapılıyoruz. o şatafatından arındırılmış sade süslerle evine gönderilen paket.
şahsen ben o kadar parayı psikologa verdiğimde delilik duvarıma bir kat daha boya atmış oluyorum. devlet hastanelerinde ki psikologlara gitmek durumunda kalmak da ayrı bir çaresizlik boyutu. tabii burda devlet hastanelerinde ki psikologlara çamur atmak niyetinde olduğumdan değil sadece avrupalı doktorların türkiye’de bir gün içerisinde bu kadar çok hasta bakmalarını biz ancak savaşta bu kadar çok hastaya bakarız cümlesi açıklıyor olsa gerek. yani dakikada sayısız hastaya bakmaya çalışan doktordan seni dinlemesini anlamasını reçete yazmasını bekleyemiyorsun tabi... arkanda sırada bekleyen bir sürü insan olduğunu bilerek derdini çita çevikliğiyle hızlı anlatmak da pek kolay olmadığı için delilik duvarına boya atmak daha sağlıklı görünebiliyor insanın gözüne!
"katık buldum ekmek yok, ekmek buldum katık yok" durumu tam olarak modern zamanlarda yaşamak. gençlik para zaman üçgeninde ömrün çileli ve yer yer çiçekli yollarını arşınlayarak tükenmektir yaşamak. tabii yolda tökezleyip düşmezsek veya birileri çelme takmazsa. bu şeytan üçgeninde hiçbirinin birbirine denk gelemediğini görmeden biriken kefen parasıyla son level’da mezar yeri seçebilme lüksüne sahip olmak belki feleğe karşı oynadığımız son kozumuz. ki bu lükse sahip olanlar mutlu oluyorlar! en azından kimsesizler mezarlığına gömülmeyeceğim fikirleriyle hatta aile kabristanı kurdurana dek giden bir mutluluk süreci. mekan hastalığı. orda olduğunu bildirme gösterme çabası. dalyan’da bulunan kral kaya mezarlıkları bu konuya verilebilecek en şukela örnek. mezarlığın en üst yeri statüsü yüksek olan kişilere verilmiş. statüye göre derecesi düşen kişilerin mezarları yukardan aşağıya doğru bir yönde hiyerarşik şekilde sıralanmış. rehber güneşli pazartesi gününde bunları anlatırken beklenmedik bir soru sordum? tabi tüm turistlerin keyfi kaçtı bu ansızın sorulan soruyla. peki dedim fakirler nereye gömülüyormuş ama soruma yanıt bulamadım. anlayacağınız üzere fakirlerin mezarı yok...
modern insanın bir diğer unuttuğu şey ise ölüm. ölümün varlığını ara sıra hatırlasak ihtiyacımız olmayan şekilde aldığımız tüm her şeyin lüksün hırsların eşyaların değersizliğini daha iyi anlayacağız. ölümü sadece uzaktan bir arkadaş eş dost öldüğünde matem simgesi olarak bilinen siyah gözlük takmayanları dövdükleri cenaze törenlerinde hatırlıyor oluşumuz trajikomik. her şeyin boş olduğu sanrısı o törenden sonra konuşuluyor ve konuşulan masada kalan içilmiş boş çay bardaklarıyla birlikte toplanıp dökülüyor ve unutuluyordu. ertesi gün hırslarımızla kinlerimizle devam ediyoruz yaşamaya kaldığımız yerden... mezarlıklar yaşayanlar için notadaki es...
toplumsal olaylara olan tepkilerimiz de çok ilginç
bir taraf sokaklara dökülürken diğer taraf bunlar neden sokağa dökülüyor diye merak etmiyor bile. arada ki uçurum fena. deforme olmuş hak hukuk adalet kavramlarının altında eziliyoruz. adaletin bir gün hepimize lazım olacağını unutuyor sadece kendi yolumuza bakıyoruz. bir şey olmamış gibi davranmak ve olanları unutmak robotlaştırıyor rutinleştiriyor farkına varmıyoruz. farkına varmadığımız her şey sonradan ev adresine gelecek ceza niteliğinde. “her sabah nereye gittiğini bilmeden bir işe giden, her akşam nereden çıktığını bilmeden bir işten çıkan, sevmediği hayatı yaşayan, sevmediği işi yapan, sevmediği kişilerle yaşayan, kalabalıklar yüzünden yaşamaya karşı ne bir sevgi, ne de bir sevgisizlik işareti olmadan gelip geçen, her akşam evinin dört duvarı arasına sanki bir mezara girermiş gibi giren, gecelerini bir sıkıntı yorganın altında yalnız ölü kentlerin, ölü doğmuş çocuklarıyız ! bize bu ölü yaşamı hazırlayan; sermaye sahibi egemen sınıftır. bu acımasız oyunun varlığı biz izin verdiğimiz sürece sürecektir.” bir açık hava cezaevinde yaşıyor gibiyiz. modern metrisler yaratarak nefes almaya çalışıyoruz.
kronik faranjit gibi kronik mutsuzluklarımız var... "büyük kederleri unutturacak büyük mutluluklar bulmak, derin ve keskin acılar yaşamakta olan insanlar için neredeyse imkansızdır, taşınması zor bir azabın altında ezilen insanlar, bazen büyük bir mutluluk ihtimali kapılarını çalsa da o kapıyı açacak gücü ve cesareti kendilerinde bulamazlar, hatta sessizce durup kapılarını çalan bu beklenmedik yolcu gitsin diye beklerler; kederli insanları yeniden hayata döndürüp yüzlerini gülümsetecek tılsım, küçük, ani ve kısa sevinçlerde gizlidir..."
temennimiz ne peki?
tabii ki merkezi yerde bir büfe veya sayısaldan çıkacak olan para değil. şükür ki parayla mutlu olunamadığını da gördüm. parasızlıkla daha da mutsuz olunacağını da... yetecek kadarı hayatta kalabilecek kadarı. 10 tane evin de olsa birinde oturabileceğini anlamayı, 5 tane araban da olsa aynı anda hepsini süremeyeceğinin algısına varabilmeyi milyarlık telefonlarımıza bir “özledim” mesajı gelmediğini fark ettiğimiz anda tüm modern insanlar olarak şunu istediğimize karar verdim:
“öyle büyük şeylerde gözüm yok hiç,
küçük mutluluklar diliyorum; küçücük...
bir çocuk saflığında gülüşler,
ıslanmış çimenlerin kokusu,
çimenlerdeki çıplak ayaklar,
bahçedeki gül ağacı, mis kokulu çiçekler,
gıcırdayan salıncak,
çocukken oynadığımız oyunlar tadında sımsıkı sarılışlar,
ruhumuza dokunan şarkılar,
akordu bozulmayan bir yaşam bestesi,
maskelerden arınmış yüzler,
sımsıcak kahkahalar,
çatılmayan kaşlar,
gün doğumları,
hepsi bu!”