Onur Kavramı Dönemsel Olarak Değişen Anlamlara Sahip Olabilir mi?

Filozof Arthur Schopenhauer'un gözünden onur kavramına bir bakış.
Onur Kavramı Dönemsel Olarak Değişen Anlamlara Sahip Olabilir mi?
Arthur Schopenhauer

onur, tdk'da kelime anlamı kişinin kendine duyduğu saygı olarak bilinir. dönemsel anlamı değişebilen ya da genişleyebilen bir kavramdır. bu yazıda biraz bundan bahsedeceğim.

normalde onur, o kişinin ne söylediği veya yaptığıyla ilgiliyken orta çağ'da karşı tarafın ne söylediğiyle ilgiliydi. bu ne demektir? schopenhauer bununla ilgili güzel bir örnek verir.

şövalye onuru üstüne

ünlü dizilerden game of thrones'u düşünün; bu tür yapımlarda geleneksel bir meydan okuma kavramı vardır fakat çoğu kişi derinliğini anlamaz. x kişisi karşı tarafa meydan okur ve bu kişi onu kabul etmek zorundadır. modern düşüncede "neden hayatımı riske edeyim ki? kabul etmem diye düşünülebilir.

peki orta çağda ne oluyordu? o kişi düelloyu kabul etmek zorundaydı. aksi halde onurunu kaybederdi. illa kendi savaşmak zorunda da değildir, mesela güvendiği bir savaşçıya onurunu teslim ederek düelloyu kabul edebilir.

işte schopenhauer buna "şövalye onuru" der. biri size saldırırsa sizin onuruzun onun eline geçer ve o kişiden almak için savaşmanız gerekir. aksi halde onurunuzu kaybedersiniz. hatta 5 para etmez, yalancı bir hırsız bile orta çağda sizin onurunuzu size meydan okuyarak kolaylıkla alabilirdi. öyle ki 15. yy yaşasaydınız, biri size kötü söz söyledi ve siz ona karşılık vermediniz diye onursuz sayılıp, çevreniz tarafından dışlanabilirdiniz. mesela bakkala gidiyorsunz, "benim onursuzlara verecek ekmeğim yok kardeş" diyor.

bunu kendi cümleleriyle adalet üstünden şöyle açıklar: "15. yüzyıla dek ceza davalarında, suçlayanın suçu değil, suçlananın suçsuzluğunu kanıtlamasının gerekmiş olmasına dayandırılabilir."

bu dönemde mahkeme karşısında kendi suçunuzun olmadığını anlatırken yalan yemin etmediğinizi göstermek için yemin yardımcıları bulmanız gerekirdi ve suçlayan kişinin bunu kabul etmemesi normal karşılanır ve sonunda da tanrıya ve düelloya başvurulurdu. bu yüzden bu döneme karanlık bir çağ diyoruz. düşünün ki size küfür eden kişi onurluyken, siz onursuz oluyorsunuz ve onurunuzun kurtulması karşı tarafın hayatının bitmesiyle gerçekleşiyor. böyle saçma bir şey olabilir mi? bence osmanlı'da kadıların yargısı daha adildir.

neyse ki günümüzde bu kavramlar değişmiştir. ya değişmeye devam ediyorsa? örneğin "onur yürüyüşü" şu an lgbti+ bireylerin kullandığı bir kavramdır. eğer bu kavramı 100 sene önce kullansaydınız, ailenizle birlikte "onursuzlukla suçlanarak" öldürülebilirdiniz. demek ki kavramlar değişebilir, yenilenebilir.

onur bir ülküye bağlı kalmak mıdır?

mark manson, ustalık gerektiren kafaya takmama sanatında yine onurla ilgili bir japon askerinin hikayesini anlatır. bu hikaye don kişot'un bir başka versiyonudur.

bu hikayeye göre amerika'nın ilerlemesine karşı filipinlere intihar görevine gönderilen bir tabur asker mevcuttur. görevlerine sadıklardır, onurları için ölmeye hazırlardır. bu zor görevde 3 kişi kalırlar ve ormanda saklanarak verebildikleri zararı verirler, asla teslim olmazlar.

savaş biter fakat kalan 3 askerin haberi olmaz, başlarında bulunan onoda isimli lider, savaşın bittiğne dair uçaklarla atılan kağıtları tuzak sanır ve yırtar, atar. yıllar boyu onoda ve askerleri bölgeye ciddi zarar verir, japon imparatoru devreye girerek, kişisel not yazdığı kağıtları yine uçaklarla ormana attırır fakat yine tuzak sanır. bölgedeki filipin halkı ciddi anlamda terörize olmuştur ve sonunda onoda'nın ekibinden biri yakalanır. 10 sene sonra da diğer arkadaşı öldürülür. 15 sene geçmesine rağmen onoda tek başına savaşmaya devam eder öyle olur ki kendi ülkesinde bir efsaneye dönüşmüştür.

onu aramak için suzuki isimli bir meceraperest yola çıkar. 4 günde kendisini bulur ve onoda ona şöyle der: "bize ne olursa olsun teslim olmayın dendi!"

japonya'ya geri dönen onoda yıllar boyu zor koşullarda, böcek yiyerek toprakta uyuyarak yaşadığı hayattan "bir hedefe ve onuruna" bağlı kaldığı için pişman olmadığını açıklar fakat geri döndüğünde japonya'nın kapitalistlemiş kötü halini görünce depresyona girer ve çektiği acının bir anlamı olmadığına inanır. yani onuru için savaştığı japonya aslında yoktur.

buradan onur kavramının derin fakat bir amaç uğruna olduğunda anlamlı olduğunu görüyoruz. onoda'a göre onur'u kendisine verilen göreve sadık olmayla ve ülkesiyle sağlıyordu. yani yine sözlük anlamı dışına çıkmış oluyoruz. ona göre ülkesi her şeyden önce geliyordu ve sözlük anlamında bahsedilen: kendisine duyduğu öz saygıdan farklıydı. onun için bir ülküye bağlı olmak onurdu, belki geri döndüğünde ülkesini beklediği gibi bulsaydı huzurlu bir insan olarak hayatına devam edecekti.

sonuç

2 farklı hikayede de görüldüğü gibi "onur" objektif bir kavram değildir, her dönem dışarıya veya bir ülküye bağımlılıkla gelişmiştir. belki de yıllar sonra "onur" dediğimizde başka bir şeyleri anlayacağız.
...

referanslar ve iler okumalar için:
1) schopenhauer - yaşam bilgeliği üzerine aforizmalar
2) mark manson - ustalık gerektiren kafaya takmama sanatı