Osmanlı İmparatorluğu'nun Görünmeyen Gücü: Altyapıyla Örülen İktidar Ağı

osmanlılar genellikle saray törenleri, ihtişamlı fermanlar ve askeri seferlerin gücüyle hatırlanır. oysa bu dev imparatorluğun gerçek kudreti, milyonlarca insanı yollar, vakıflar, kadılar, tahrir defterleri ve su kanalları gibi gündelik yaşamın içine işleyen görünmez damarlarla kuşatan altyapı egemenliğinde saklıdır. devletin gücü yalnızca siyasal otoriteden değil, toplumunu görebilme, ulaşabilme, hizmet götürebilme, kayıt altına alabilme ve meşruiyet üretebilme kapasitesinden kaynaklanır. çağdaş kuramcılar bunu “altyapı gücü” olarak tanımlar. ancak osmanlı gibi çok kimlikli ve geniş coğrafyaya yayılmış bir imparatorluğu, ulus-devlet temelli modellerle doğrudan kavramak mümkün değildir. bu yüzden osmanlı'nın altyapı gücünü çözümlemek için, erişim ve yayılma, gözlem ve kayıt, meşruiyet üretimi, farklılıkların yönetimi ve zaman-mekan denetimi gibi boyutlardan oluşan bir analitik matrise ihtiyaç vardır. osmanlı'yı altyapısal bir egemenlik rejimi olarak okumak, bir köylünün devlet tarafından nasıl “görüldüğünü”, yolların sadece taş değil iktidarın damarları olduğunu ve vakıfların basit bir hayır kurumu olmaktan çok devlet iktidarının gölgesinde işleyen güçlü idari ağlar olduğunu fark ettirir. bir köylü için devlet, suyu ulaştıran bir vakıf; bir esnaf için piyasayı düzenleyen lonca; bir seyyah için güvenle seyahat edeceği yollar ve menziller; bir kadı için ise adaleti sağlayan otorite olarak, fetih ordularından bile daha kalıcı bir egemenlik kurar. osmanlı'nın asıl büyük başarısı, coğrafyasının genişliği veya nüfusunun çeşitliliğinden ziyade, farklı yaşamları aynı anda yönetebilme kapasitesinde saklıdır. bugün incelenmesi gereken şey, osmanlı'nın sadece büyüklüğü değil; hangi şartlar altında bu karmaşık sistemi başarıyla işletebildiği ve hangi durumlarda bunun mümkün olamadığıdır.
1. erişim ve yayılma kapasitesi
osmanlı devleti'nin coğrafi genişliği ve çok karmaşık yapısı, yalnızca askeri güçle veya siyasal otoriteyle değil, erişim kapasitesiyle de açıklanabilir. bu erişim, modern devletlerde olduğu gibi mutlak bir merkezden yayılan bürokratik bir ağ değil; yerel özneler, vakıflar, kadılar ve yol sistemleri aracılığıyla kurulan çok merkezli bir denetim ağıydı. `devletin toplumla ve coğrafyayla temas kurma biçimi`, doğrudan emredici değil; dolaylı, dağıtılmış ve aracı aktörler üzerinden işleyen bir modeldi.
bu modelin belkemiğini tımar sistemi oluşturuyordu. toprağın kullanım hakkı karşılığında asker yetiştiren sipahiler, yalnızca askeri değil, aynı zamanda idari bir işlev üstleniyordu. sipahi, köylünün ürettiği değeri toplar, devlete aktarır; fakat bu aktarımın kendisi bir temas biçimiydi. tımar aracılığıyla hem ekonomik kaynak düzenleniyor hem taşradaki nüfus devlete görünür hale getiriliyordu. ancak bu erişim sabit değil, mevsimsel ve döngüseldi. sefer zamanlarında merkezle taşra arasındaki bağ güçlenir, barış dönemlerinde gevşerdi.
osmanlı taşrasını birbirine bağlayan en önemli damarlar menzil yollarıydı. bu yollar üzerinden ordu hareket eder, ulak postası işler, ticaret taşınır, bilgi akar, vergi ulaşırdı. kervansaraylar ve hanlar sadece tüccarın konaklama noktası değil; taşradaki ticari ve siyasal hareketliliğin düğüm yerleriydi. menzil teşkilatı, merkezin taşraya yalnızca haber göndermesi değil; taşradan merkeze bilgi ve veri akışı sağlaması açısından da stratejik önemdeydi. devletin taşrayla kurduğu ilişki burada da merkeziyetten çok, çevrimsel bir dolaşıma dayanıyordu.
kadılar da devletin erişim gücünü sağlayan anahtarlardan biriydi. onlar yalnızca yargıç değil, aynı zamanda kayıt tutan, mali denetim yapan ve yerel otoriteyle müzakere eden temsilcilerdir. bir köyde kadı varsa, orada osmanlı vardır. ancak bu varlık her zaman mutlak değil, pazarlık edilebilir ve yerelleşmiş bir nitelik taşır. kadının merkezi iradeye sadakati kadar, taşrayla kurduğu ilişkideki becerisi de belirleyicidir.
devletin toplumla kurduğu ilişki sadece idari değil, hizmet sunumu yoluyla da işlerdi. bu noktada devreye vakıf sistemi girer. osmanlı'da su yolları, köprüler, çeşmeler, medreseler, darüşşifalar çoğunlukla devlet tarafından değil, vakıflar eliyle yapılırdı. fakat bu, hizmetin tamamen özelleştiği anlamına gelmez. aksine, vakıf sistemi, devletin kendi kaynaklarını kullanmadan kamu hizmeti üretmesini sağlar. bu düzen, devletin halk üzerindeki denetimini artırmakla kalmaz; aynı zamanda bağlılık üretir. ancak bu bağ devlete olduğu kadar, vakfı yöneten aracılarla da kurulur. insan, kendisine su getiren vakfın arkasındaki düzeni farkında olmadan bile olsa meşru kabul eder.
bu erişim modeli, çağdaş kuramcıların altyapı gücü olarak adlandırdığı kavramla örtüşür. michael mann, bir devletin halk üzerindeki gerçek gücünün, onunla ne kadar temas kurabildiğiyle ölçüleceğini savunur. osmanlı, despotik bir zorlama olmadan, oldukça etkili bir erişim kapasitesi geliştirmişti. ancak bu erişim doğrudan değil; çok merkezli, ilişkisel ve yerel uyuma dayalı bir biçimde örgütlenmişti. timothy mitchell'in tarif ettiği gibi, devlet her yerde tam anlamıyla var değildir; onun gücü çoğu zaman perde arkasından, dağılmış bir şekilde ve aracılar üzerinden işler. osmanlı bu dağılmış erişim modelini erkenden kurmuş ve uzun süre yaşatmıştır.
elbette bu yapının avantajları olduğu kadar zayıflıkları da vardı. erişim, istikrarlı bir merkezi otoriteye değil, karşılıklı rızaya ve dengeye dayanıyordu. bu da devletin belirli bölgelerdeki nüfuzunu hem esnek hem de kırılgan kılıyordu. 17. yüzyıl sonrasında bu modelin yavaş yavaş çözülmeye başladığı görülür. tımar sisteminin bozulması, vakıf kaynaklarının tükenmesi, yolların ihmal edilmesi ve yerel güçlerin merkezden kopmaya başlaması, erişim kapasitesinin zayıfladığını gösterir. ayanlar, bir zamanlar devletin uzantısıyken, giderek merkeze alternatif odaklar haline gelmiştir. osmanlı'nın erişim ağları gevşedikçe, merkezi denetimin yerini parçalı egemenlik biçimleri almıştır.
2. gözlem ve kayıt kapasitesi
bir devletin toplum üzerindeki egemenliği yalnızca fiziksel varlıkla değil, o toplumu nasıl “gördüğüyle” de ilgilidir. kim nerede yaşıyor, ne üretiyor, neye sahip, hangi aidiyet içinde tanımlanıyor? tüm bu sorular, devletin gözlem kapasitesini belirler. bu bakımdan osmanlı'nın, modern anlamda bireyi gözeten bir devlet olmadığını; onun yerine toprağı, haneyi, üretimi ve cemaati merkeze alan bir bakış geliştirdiğini söylemek gerekir. devlet, tebaasını tekil bireyler olarak değil, belirli kolektif kategoriler içinde sınıflandırır ve görür. bu görme biçimi, hem onun epistemolojik yaklaşımını hem de idari araçlarını şekillendirir.
osmanlı'da gözlem mekanizmasının temelini tahrir defterleri oluşturur. bu defterlerde esas olan insanın adı değil, sahip olduğu toprak, yetiştirdiği ürün ve ödemesi gereken vergidir. yani devlet, özneyi değil üretim birimini kaydeder. tahrir defteri, vergi potansiyeli üzerinden tanımlanmış bir mekan haritasıdır; sosyal değil, mali bir bakışın ürünüdür. 16. yüzyılda yapılan bir tahrirde bir köylünün adı geçmese de onun üç çiftlik işlettiği, ne kadar tahıl ürettiği, hangi sipahiye bağlı olduğu detaylıca yer alır. bu kayıtlar, devletin kırsalı ekonomik bir harita olarak görebilmesini sağlar.
ancak osmanlı'nın gözlem gücü yalnızca tahrirle sınırlı değildir. kadı sicilleri de bu kapasitenin vazgeçilmez parçalarıdır. her kadı, görev yaptığı bölgede nikah, boşanma, miras, borç anlaşması, arsa satışı gibi onlarca olayı kayıt altına alır. bu siciller, toplumsal hayatın mikro düzeydeki seyrini izlemek açısından eşsiz bir bilgi kaynağıdır. osmanlı toplumu bireyler üzerinden değil, olaylar ve ilişkiler ağı üzerinden kayıtlanır. her dava bir gözetim biçimi, her kayıt bir tanıma işlemidir. ama bu tanıma modern anlamda bütüncül ve bireyselleşmiş değildir; parçalı, ihtiyaca göre açılıp kapanan bir izlemedir.
birey, osmanlı kayıt sisteminde çoğu zaman doğrudan değil, dolaylı olarak görünür. nüfus sayımları 19. yüzyıla kadar düzensiz, sınırlı ve çoğunlukla askeri ihtiyaçlara dönüktür. ilk sistematik nüfus sayımı, ii. mahmud döneminde, askerlik yükümlülüğüne göre yapılır. ama bu bile, erkek, sağlıklı ve savaşabilecek nüfusu esas alır. kadınlar, çocuklar, yaşlılar çoğunlukla devletin “görüş alanı” dışında kalır. bu da devletin “nüfusu görmek”ten çok, işlevi olan nüfusu tespit etmek gibi faydacı bir mantıkla hareket ettiğini gösterir.
bu yaklaşım çağdaş devlet kuramlarıyla karşılaştırıldığında oldukça farklı bir modeli ortaya koyar. james c. scott'un “devlet gibi görmek” adlı kuramı, modern devletin toplumu sadeleştiren, ölçülebilir kılan ve yeniden yapılandıran bir bakış açısına sahip olduğunu savunur. ancak osmanlı'da devlet, toplumu sadeleştirmek yerine olduğu gibi sınıflandırma yolunu seçmiştir. sadeleştirme yoktur; çokluk içinde kategorik kontrol vardır. devlet, karmaşıklığı ortadan kaldırmaz, onunla birlikte yaşamayı öğrenir. bu yüzden her cemaat kendi dini hukukuna göre yaşar, her mahalle kendi hafızasıyla var olur. osmanlı'nın gözetim gücü, homojenleştirici değil, ayrıştırıcıdır. bu da onun çokluk içindeki sürekliliğini açıklayan anahtarlardan biridir.
yine de bu kayıt sisteminin sınırları vardır. devlet, yalnızca gerektiğinde görür. olağan zamanda varlığı, daha çok hissedilir ama gözlemlenmezdir. siciller, sayımlar, defterler belirli aralıklarla güncellenir; ama sürekli bir gözetim yoktur. bu, bir yandan toplumu rahatlatırken, diğer yandan da ani krizlerde merkezi müdahaleyi zorlaştırır. 18. yüzyıldan itibaren artan taşra otonomisi, kadıların yerel eşrafla bütünleşmesi, bazı defterlerin güncellenmemesi gibi pratikler, bu gözlem kapasitesinin giderek zayıfladığını gösterir.
gözlem gücünün kırılması, aynı zamanda kontrolün parçalanmasına da işaret eder. tanzimat'tan itibaren yapılan reformlar bu parçalanmayı tersine çevirmeyi amaçlar. yeni kurulan nüfus daireleri, tapu kadastro sistemi, devletin artık bireyi görmeye başladığını gösterir. ancak bu geçiş sancılıdır. yüzlerce yıl cemaatle ilişki kuran bir devletin, bireyle doğrudan temas kurmaya çalışması, hem toplumsal direnç üretir hem bürokratik şişkinliğe yol açar. modernleşme, gözlem gücünü artırır ama meşruiyeti zayıflatır.
nihayetinde osmanlı, gözlem ve kayıt kapasitesini üretim ve denge esaslı bir mantıkla kurmuştur. bireyi değil grubu, kimliği değil işlevi görür. bu görme biçimi, onun yönetim stratejisinin temelini oluşturur. kayıt, yalnızca bilgi toplama değil; bir ilişki kurma biçimidir. devletin gözleri, her zaman açık değildir; ama baktığında, neyi nerede ve hangi kategoriyle göreceğini çok iyi bilir.
3. meşruiyet ve bağlılık üretimi
bir devletin yalnızca erişebilmesi ya da görebilmesi yetmez; varlığının kabul görmesi, meşru sayılması ve hatta istenmesi gerekir. osmanlı devleti'nin uzun ömürlü olmasının temel nedenlerinden biri de tam burada yatar: egemenliğini yalnızca zorla değil, meşruiyetle, rızayla ve hizmetle pekiştirmiştir. bu meşruiyet üretimi, ideolojik söylemlerden çok, gündelik yaşamın içinde kurulan pratik bağlar üzerinden gerçekleşmiştir. devlet, kendini halka anlatmaktan çok, hizmetle var etmiş, meşruiyetini fiziksel göstergelerle değil, sosyal performansla üretmiştir.
osmanlı'da meşruiyetin en belirgin kaynağı sultanın hilafet sıfatıdır. ancak bu sıfat yalnızca dini değil, aynı zamanda sembolik ve siyasal bir rol oynar. padişah, “allah'ın yeryüzündeki gölgesi” olarak tanımlanır; ama bu tanım yalnızca dinsel bir ima değil, adaletin, düzenin ve korumanın da kişiselleştirilmiş simgesidir. halk için padişahın kim olduğundan çok, onun hükmü altındaki düzenin işler olup olmaması önemlidir. bir bölgede adaletli bir kadı varsa, su akıyorsa, vergi makul düzeydeyse, orada padişah meşrudur.
bu noktada vakıf sistemi yeniden karşımıza çıkar. devletin doğrudan yapmadığı birçok hizmet, vakıflar aracılığıyla yürütülür. bu vakıflar, çoğu zaman padişah ailesi, vezirler, zengin tüccarlar tarafından kurulsa da işleyiş biçimi halkla devlet arasında bir dolayım yaratır. su kemerleri, medreseler, imarethaneler, kervansaraylar halkın hayatına dokunan kurumlardır ve bunlar devlete bağlılık üretir. çünkü halk, günlük yaşamında karşılaştığı faydayı, doğrudan ya da dolaylı olarak devlete atfeder. bu, sessiz ama güçlü bir meşruiyet ilişkisidir.
benzer şekilde lonca sisteminin de bu bağlılık üretiminde özel bir yeri vardır. esnaf, belirli bir disiplin altında üretim yapar, fiyat belirler, kalite kontrolü sağlar. ancak lonca sadece ekonomik değil, aynı zamanda ahlaki ve siyasal bir yapıdadır. lonca başı ile kadı arasındaki ilişkiler, devletin ticari alanı düzenlemesini sağlarken, esnafın devlete güven duymasına ve kendini koruma altında hissetmesine yol açar. bu güven duygusu, doğrudan siyasal sadakat değilse bile, sistemin işlediğine dair içkin bir rıza üretir.
osmanlı'nın adalet anlayışı da meşruiyetin ana damarlarından biridir. “adalet mülkün temelidir” sözü, yalnızca ahlaki bir ilke değil, yönetsel bir stratejidir. osmanlı düzeninde adalet, padişahın en büyük sorumluluğu sayılır; bu yüzden adalet talepleri merkezde toplanır, fermanlar yayımlanır, gerektiğinde taşradaki yöneticiler azledilir. adalet dairesi denilen siyasal kurguya göre, halk geçimini sağlayacak, devlet vergisini alacak, asker barışı koruyacak, padişah da adaleti sağlayacaktır. bu daire bozulursa, meşruiyet de çözülür.
burada weberci anlamda “meşru otorite türleri” devreye girer: geleneksel, karizmatik ve rasyonel. osmanlı'daki padişah otoritesi, büyük oranda geleneksel ve sembolik boyutlara dayansa da, karizma zaman zaman devreye girer; özellikle fetihler, büyük imar projeleri ya da dini zaferler sonrası. ancak sistemin sürdürülebilirliği karizmadan çok, işleyen kurumsal yapılara ve halkla kurulan karşılıklı faydaya dayanır. bu yönüyle osmanlı meşruiyeti, modern anlamda rasyonel değildir; ama kendi içinde oldukça mantıklı, yerleşik ve işlevseldir.
yine de bu sistemin sınırları vardır. meşruiyet sürekli yeniden üretilmek zorundadır. yolun çökmesi, suyun akmaması, vakfın bozulması, kadının rüşvet alması gibi durumlar, doğrudan devlete yönelik güveni sarsar. bu yüzden osmanlı idaresi, yalnızca siyasal aygıt değil; aynı zamanda sembolik performanslar bütünüyle işler. her ramazan'da dağıtılan iftariyelik, her selatin camii, her sürre alayı bu performansın bir parçasıdır. devlet kendini yalnızca zorla değil, gözle görünür biçimde, ama hizmetle donanmış bir kudret olarak inşa eder.
ancak bu yapı, 18. yüzyıldan itibaren sarsılmaya başlar. vakıf kaynaklarının azalması, taşra eşrafının güç kazanması, adalet mekanizmasının merkezden uzaklaşması gibi gelişmeler, bağlılık ilişkilerinde kırılmalar yaratır. tanzimat'la birlikte devlet bireye daha doğrudan ulaşmak istedikçe, aracı kurumların işlevi azalır; ama aynı zamanda halkla devlet arasındaki “görünmeyen bağlar” da zayıflar. meşruiyetin rasyonel hukuka dayanarak yeniden inşası hedeflenir; fakat bu yeni model, geçmişin alışkanlıklarıyla çatışmaya girer.
osmanlı'da bağlılık, zorunlu bir sadakat değil; karşılıklı bir alışverişti. devlet korur, halk itaat eder. ama bu itaat, bir tür sözleşmeye, bir düzenin işlerliğine, bir hayatın sürdürülebilirliğine bağlıydı. dolayısıyla meşruiyet, yukarıdan aşağıya dayatılan bir dogma değil, aşağıdan yukarıya beslenen bir güven ağıydı. devlet, görünmeden sevilen; ama bozulduğunda kolayca terk edilen bir varlıktı.
4. farklılık yönetimi
osmanlı devleti'nin belki de en dikkat çekici özelliklerinden biri, farklılıkları bastırmak yerine tanımaya ve yönetmeye dayalı bir egemenlik anlayışı geliştirmiş olmasıdır. çok uluslu, çok dinli, çok mezhepli bir yapıda, merkezileşmiş bir kimlik politikası yerine, çoğulluğu kurumsallaştıran bir siyasal zeka hakimdi. bu anlayış, osmanlı'nın yalnızca sınırlarını korumasını değil, iç huzuru uzun süre sağlayabilmesini de mümkün kılmıştır. devlet, benzemezliği bir tehlike olarak değil, vergilendirilebilir bir gerçeklik olarak görmüş; ayrışmayı reddetmek yerine, uyumlu ayrılığı tesis eden bir idari mimari kurmuştur.
bu farklılık yönetiminin en bilinen örneği millet sistemidir. her dini topluluk, yani müslümanlar, rum ortodokslar, ermeniler, yahudiler kendi başında bir millet olarak tanınmış; kendi dini liderliği, hukuk sistemi ve iç düzenlemeleriyle var olmasına izin verilmiştir. devlet bu sistemde hakem pozisyonundadır. her milletin başındaki ruhani lider, aynı zamanda devlet nezdinde temsilcidir. bir rum patrik, yalnızca kilisenin başı değil, aynı zamanda kendi cemaatinin devletle muhatap yüzüdür. böylece devlet, karmaşık bir etnik ve dini yapıyı doğrudan yönetmek yerine, tanınmış aktörler üzerinden dolaylı olarak denetler. bu model, hem çatışmayı azaltır hem bürokrasiyi sadeleştirir.
farklılık yalnızca dini temelde değil, etnik ve coğrafi düzlemde de tanınır. arnavut, kürt, çerkez, gürcü gibi gruplar, farklı dil ve kültürleriyle imparatorluk sınırları içinde yer alır; fakat bu farklılıkların siyasal temsil taleplerine dönüşmemesi için çok dikkatli bir denge gözetilir. devlet, farklı olanı bastırmaz ama onu merkeze çekmez de; belli bir mesafede tutarak varlığına izin verir. bu mesafe, bazen kontrol mekanizması olur, bazen rahatlatıcı bir boşluk. ama ne olursa olsun, devlet kimsenin tamamen “içinde” değildir; herkesin bir miktar “dışında” kaldığı, ama çemberin içinde döndüğü bir sistemdir bu.
bu yapının siyasal taşıyıcılarından biri de ayanlık sistemidir. taşranın önde gelenleri, çoğu zaman bir bölgedeki halkın temsilcisi değil, düzenleyicisidir. ayanlar, devletin taşradaki gözü ve eli olarak hareket eder; fakat aynı zamanda bölgenin kültürel ve ekonomik yapısına göre şekillenirler. bu durum, devletin merkezi bir otoriteyle değil, yerel güçlerle uzlaşarak egemenlik kurmasına neden olur. bu model hem pragmatiktir hem risklidir. çünkü güçlü bir ayan, gerektiğinde devletin kararlarını uygular ama başka bir koşulda merkeze karşı kendi çıkarlarını savunur. devlet, yerel güçle çatışmaktan çok onunla ortaklık kurar.
farklılıkların yönetiminde hukuk sistemi de esneklik gösterir. osmanlı'da iki ana hukuk kaynağı vardır: şer'i hukuk (islam hukuku) ve örfi hukuk (padişah fermanları ve devlet teamülü). bu çift hukuk yapısı, toplumsal çeşitliliğin idari karşılığını oluşturur. gayrimüslimler büyük oranda kendi dini hukuklarına göre yargılanır, müslümanlar için ise şer'i mahkemeler geçerlidir. ancak devlet gerektiğinde örfi hukuku devreye sokarak merkezi denetimi güçlendirir. bu ikili yapı, farklılıkları hukuk içinde bastırmadan yöneten bir model ortaya koyar.
burada timothy mitchell'in devletin dağılmış doğası fikriyle bir paralellik kurmak mümkündür. osmanlı devleti, farklı bölgelerde farklı derecelerde ve biçimlerde var olur. anadolu'da başka, rumeli'de başka, arap eyaletlerinde bambaşka bir osmanlı idaresi tecrübe edilir. bu dağılmışlık bir zaaf değil, bilinçli bir stratejidir. devletin her yerde aynı olmaması, onun her yere uyum sağlayabilmesini mümkün kılar. egemenlik, sabit bir merkezden değil, esnek bir çevreden üretilir. bu çevresellik, imparatorluk mantığının özüdür.
bu modelin kuşkusuz zayıf yönleri de vardır. farklılıkların tanınması, uzun vadede ortak bir siyasal aidiyetin gelişmesini zorlaştırır. her cemaatin kendi içinde yaşaması, toplumsal temasları azaltır; farklılık zamanla zenginlikten çok ayrışmaya dönüşebilir. ayrıca yerel öznelerin gücü arttıkça, merkezle uyum zorlaşır. 19. yüzyılda milliyetçiliklerin yükselmesiyle bu sistem çözülmeye başlar. artık farklılık sadece idari değil, siyasal bir taleple birlikte anılır. osmanlı bu talepleri bastırmak yerine yeniden entegre etmeye çalışır; ama zaman geçmiştir. millet sisteminin sağladığı denge, artık parçalanmaya başlamıştır.
yine de osmanlı'nın farklılıkla kurduğu ilişki, modern ulus-devletlerin çoğundan daha esnektir. egemenliğini mutlak benzerlikten değil, uyumlu çeşitlilikten üretir. “her koyun kendi bacağından asılır” anlayışı, burada siyasal bir stratejiye dönüşür. devlet, kimliğe değil düzene bakar. kimin kim olduğu değil, nereye bağlı olduğu, nasıl vergilendirildiği, nasıl itaat ettiği önemlidir. bu yönüyle osmanlı, farklılığı tanımakta cesur, eşitlemede temkinli, bastırmada ölçülüdür. bu üçlü denge, uzun bir istikrarın temelini oluşturur.
5. zaman ve mekan yönetimi
osmanlı devleti'nin egemenlik biçimi yalnızca toplumsal gruplar ya da ekonomik ilişkiler üzerinden değil, zaman ve mekanın kendisi üzerinde kurduğu denetimle de şekillenmiştir. egemenlik, yalnızca bir coğrafyada bulunmak değil; o coğrafyayı nasıl adlandırdığın, nasıl böldüğün, nasıl yönettiğinle ilgilidir. aynı şekilde zaman da yalnızca geçen bir şey değil; belirli aralıklarla ölçülen, vergilendirilen, düzenlenen ve anlamlandırılan bir düzendir. osmanlı'nın zaman-mekan yönetimi, mutlak değil; geçişli, esnek ve döngüseldir. bu geçişlilik, onun farklı coğrafyalarda farklı biçimlerde var olmasına olanak tanımıştır.
devletin mekana müdahalesi en başta idari örgütlenmede görünür. eyalet sistemi, coğrafyayı mutlak sınırlarla bölmekten çok, yönetsel ihtiyaçlara göre şekillenmiş esnek yapılardır. her eyaletin büyüklüğü, iç düzeni ve merkezle ilişkisi birbirinden farklıdır. rumeli'deki bir sancakla arap vilayetindeki bir sancak aynı isimle anılsa da, yapısal olarak farklıdır. çünkü osmanlı, mekanı standartlaştırmak yerine uyarlamayı tercih eder. bu nedenle bir bölgeye vali tayin edilirken yalnızca idari yeterlilik değil, yerel dengeleri koruyabilme kabiliyeti de dikkate alınır. bu uyarlama mantığı, devlete zamansal ve coğrafi bir hareket kabiliyeti kazandırır.
osmanlı'nın zamanla ilişkisi de benzer biçimde sabit değil, daireseldir. tarımsal üretim döngüleri, vergi sisteminin temelini oluşturur. hasat zamanına göre belirlenen vergi tahsilatı takvimi, devletin yalnızca üretimi değil, zamanı da düzenlediğini gösterir. reaya, vergiyle değil, hangi mevsimde ne kadar vergi ödeyeceğiyle devlete bağlanır. bu mevsimsel ekonomi, devletin zamanla kurduğu ilişkinin en temel biçimidir. takvim, bir yönetim aracına dönüşür. vergi yalnızca bir yükümlülük değil, zamanı dönüştüren bir devlet pratiğidir.
göçebe topluluklarla kurulan ilişki de zaman-mekan yönetiminin özgün bir boyutunu gösterir. yaylak-kışlak düzenine göre hareket eden göçerler, devletin sabit mekan anlayışına uymaz; fakat bu durum onların dışlanmasına değil, sistemin onlara uyarlanmasına yol açar. devlet, göçerleri belirli güzergahlara yönlendirir, konaklama noktalarını düzenler, geçici vergi sistemleri oluşturur. bu esneklik, mekana değil, düzene odaklanan bir egemenlik anlayışını yansıtır. göçer kontrolü, sabitlenme değil, yönlendirme ile sağlanır. böylece hareketli topluluklar da devletin mekansal haritasına dahil edilir.
osmanlı kentlerinin örgütlenişi de bu geçişli mekan anlayışını doğrular. her mahalle bir topluluk birimi olduğu kadar, mekansal bir aidiyet alanıdır. mahalle sınırları yalnızca fiziksel değil, aynı zamanda sosyal sınırlar çizer. cami, çeşme, pazar, mescit gibi yapılar mekanda bir odak noktası oluşturur ve zamanın akışını düzenler. sabah ezanı veya kilise çanı yalnızca bir ibadet çağrısı değil, aynı zamanda mahalle zamanının başlangıcıdır. bu zaman, resmi devlet saatinden çok, halkın yaşam ritmine göre işler. devlet, bu ritmi görür, tanır ve uyum sağlar. müdahale yerine uyum, emir yerine düzenleme tercih edilir.
timothy mitchell'in devletin mekanda yayılması üzerine kurduğu analiz çerçevesinde osmanlı'yı düşündüğümüzde, onun devleti yalnızca fiziksel bir aygıt değil, aynı zamanda mekanı anlamlandıran bir yapı olarak örgütlediğini görürüz. haritalar, vakfiye kayıtları, tahrir defterleri yalnızca bilgi araçları değildir; mekanın ne olduğuna, neye hizmet ettiğine, kime ait olduğuna karar veren epistemolojik belgeler haline gelir. mekanı tanımlamak, onu kontrol etmektir. bu tanım gücü, osmanlı'nın görünmez ama etkili iktidar biçimlerinden biridir.
zaman ve mekan üzerindeki bu egemenlik, modern devletle kıyaslandığında çok daha esnek ama aynı zamanda daha fazla toplumsal uyuma bağımlıdır. modern ulus-devlet, sınırları çizer ve homojenleştirir; osmanlı ise sınırları yumuşatır, geçişkenliğe izin verir. bu model, çokluk içinde yönetimi kolaylaştırır ama aynı zamanda merkezileşmeye direnç üretir. tanzimat'la birlikte devlet zaman ve mekanı daha sabit ve merkezi hale getirmeye çalıştığında, sistemin iç direnciyle karşılaşır. sabit zaman, hareketli toplumu baskılar. sabit mekan, esnek yerel yapıları dışlar. bu çatışma, modernleşmenin yarattığı uyumsuzluklardan biridir.
osmanlı devleti'nin egemenliği, mekanı tek bir merkezden düzene sokmak yerine, çok merkezli bir uyum ağı kurarak işler. zamanı ise doğrusal değil, döngüsel olarak yönetir. bu yönüyle osmanlı, sabit sınırlarla değil, değişken geçişlerle var olan bir devlettir. mekanı tanımlarken yönetir, zamanı ölçerken yönlendirir. devletin haritası yalnızca coğrafi değil; mevsimsel, kültürel ve yönetsel bir ağdan ibarettir. bu harita, onun en kalıcı iktidar belgelerinden biridir.
ek -1: dönemselleştirme
osmanlı altyapı gücü, tarih boyunca sabit ve yekpare bir sistem olarak işlememiş, aksine dönemlere göre farklı yoğunluklarda, araçlarla ve aktörlerle şekillenmiştir. bu değişimi anlamak için üç temel dönem üzerinden ilerlemek mümkündür: klasik merkezi denge dönemi, taşra ağırlıklı dağılma dönemi ve merkezi modernleşme dönemi. her dönem, beş boyutlu matrisin farklı biçimlerde işlerlik kazandığı ya da aksadığı evreleri yansıtır.
klasik dönem olarak adlandırılan 15. ve 16. yüzyıllar, osmanlı'nın erişim, gözlem ve meşruiyet kapasitelerinin en dengeli işlediği yıllardır. tımar sistemi, taşrayla merkez arasında hem askeri hem idari bir bağlantı kurar; menzil yolları, vakıflar ve kadı sicilleri bu ağı destekler. devlet, üretimi kayda geçirir, hizmeti vakıf yoluyla dağıtır, adaleti kadı aracılığıyla tesis eder. millet sistemi henüz kurumsallaşmamış ama cemaat temelli ayrımlar tanınır haldedir. mekan eyaletler aracılığıyla esnek biçimde bölünürken, zaman ise tarımsal döngüler etrafında düzenlenir. egemenlik görünür değildir ama hissedilir; devlet her yerde değildir ama her yere dokunur.
17. yüzyılın sonlarından itibaren bu yapı parçalanmaya başlar. tımar sistemi çözülürken yerini para temelli iltizam sistemine bırakır; böylece taşrada devlet adına görev yapan sipahinin yerini mali çıkarları öncelikli mültezimler alır. kadılar, artık yalnızca merkezin temsilcisi değil, yerel eşrafla iç içe geçmiş figürlerdir. vakıfların gelirleri azalır; yollar bakımsız kalır; hizmet kesintiye uğrar. erişim zayıflar, gözlem yüzeyselleşir, meşruiyet kırılganlaşır. ayanların yükselişi, yerel güç merkezlerinin devletin önüne geçmesine neden olur. devlet artık aracılara değil, aracılardan medet uman bir aktöre dönüşür. göçerleri yönlendiren değil, onlarla pazarlık yapan bir devlete geçilir. farklılıklar artık sadece tanınmakla yetinmeyip temsil talep etmeye başlar.
18. yüzyılda tanzimat ile birlikte osmanlı, bu çözülmeyi durdurmak için yapısal bir müdahaleye yönelir. amaç, modern devletin doğrudan egemenlik biçimlerine yaklaşmaktır. devlet bireyi görmeye, nüfusu saymaya, toprağı kadastro ile sabitlemeye, hizmeti vakıf değil kamu eliyle vermeye başlar. eski cemaat yapıları yerini laik hukuka, örfi kurallar yerini kanunlara bırakır. meşruiyet artık koruma değil; eşitlik, hak, yasa gibi yeni kavramlarla kurulmak istenir. ancak bu geçiş sancılıdır. halk devletin erişimini ilerleme değil, baskı olarak algılar. göçerler zorla yerleştirilir, vakıflar merkezi kontrol altına alınır, ayanlar tasfiye edilir. devlet görünür hale geldikçe, rıza yerine gözetim baskın hale gelir. bu da halk ile devlet arasındaki eski, yumuşak bağı zayıflatır.
tanzimat sonrası dönem, osmanlı'nın artık klasik altyapı modelini taşıyamadığını; ama modern bir modeli de yeterince içselleştiremediğini gösterir. erişim merkezileşir ama parçalıdır. gözlem sistematikleşir ama kapsayıcı değildir. meşruiyet kanuna dayanır ama halkta karşılık bulmaz. farklılık yönetimi laikleşir ama çatışmaya açık hale gelir. mekan sabitlenir, zaman planlanır ama toplumsal yapı buna kolayca uyum sağlayamaz. bu geçiş, hem eski rejimin esnekliğini hem yeni rejimin tutarlılığını zayıflatır.
böylece osmanlı'nın altyapı gücü tarihsel olarak bir çevrim izler: esnek ama güçlü bir dengeyle başlar; o dengeyi koruyamadıkça yerelleşir; son olarak modernleşme adına merkeziyetçi ama kırılgan bir modele yönelir. bu dönüşüm yalnızca teknik değil; epistemolojik bir kopuştur. devletin kim olduğu, ne bildiği ve nasıl bildiği değişir. egemenlik artık hizmetle değil, haritayla, nüfusla, yasa metniyle tanımlanır. ama bu tanım, önceki meşruiyet bağlarını çözdüğü ölçüde yeni bir rıza düzeni kurmakta zorlanır.
ek -2: kıyas
tarihte büyük imparatorluklar, yalnızca askeri zaferlerle değil, kurdukları altyapı sistemleriyle kalıcı olmuşlardır. osmanlı, bu anlamda bir geçiş formu olarak dikkat çeker. ne roma gibi tam anlamıyla mühendislik odaklı bir imparatorluktur, ne de çin gibi mutlak merkeziyetçidir. ama aynı zamanda britanya kadar sömürgeci, habsburglar kadar kırılgan ya da abbasiler kadar mezhepsel değildir. her birinin sunduğu yönetim modeli, osmanlı'nın altyapı mantığını hem aydınlatır hem karşıt bir zemin oluşturur.
roma imparatorluğu için yol, su ve kentleşme yalnızca hizmet değil, bizzat egemenliğin formuydu. roma, “yol varsa imparatorluk vardır” ilkesine göre hareket ederdi. her yol, bir lejyonun geçebileceği genişlikte olmalıydı; her su kemeri, roma hukuku kadar düzen kurucu sayılırdı. osmanlı ise bu doğrudan fiziksel egemenlik yerine, dolaylı ve sosyal bağlarla örülü bir sistem kurdu. roma, sınırları mühendislikle çizerken; osmanlı, toplumsal uyumla inşa ederdi. bu fark, biri haritayla, diğeri cemaatle yönetmenin farkıdır.
abbasilerde altyapı daha çok şehir merkezliydi. bağdat gibi kentler astronomiden su sistemlerine kadar ileri düzey organizasyonlara sahipti. fakat bu yapı mezhepsel çatışmalar ve siyasal çözülmelerle istikrarını koruyamadı. osmanlı ise kentten çok kırsalı idare etmeye odaklandı. altyapı güç merkezlerinden değil; taşraya yayılan yumuşak ağlardan beslendi. abbasiler bilgiyle iktidarı kutsallaştırırken, osmanlı bilgiyi düzenin hizmetine verdi. biri devletin bilgeliğini sergilerken, diğeri onun istikrarını inşa etti.
çin örneği ise osmanlı için hem benzerlik hem karşıtlık taşır. song ve ming dönemlerinde çin devleti, geniş bir bürokrasi ağı, sınav sistemi ve ayrıntılı toprak-kayıt rejimi kurmuştu. devlet, bireyi doğrudan görür, tanır ve takip ederdi. osmanlı ise araya cemaat, vakıf, lonca, sipahi gibi aracılar koyarak bireyi dolaylı tanırdı. çin merkeziydi; osmanlı müzakereci. çin devleti bilgiye dayanarak evrensel düzen kurar; osmanlı bilgiyle yerel düzeni yönetirdi. biri coğrafyanın efendisi; diğeri ilişkilerin hakemi gibiydi.
habsburglar ise osmanlı'nın doğrudan muhatabı olan bir imparatorluktu. ancak onlar hiçbir zaman taşrayla osmanlı kadar sağlam bağ kuramadılar. merkeziyetçiliğe yöneldikçe çevredeki aristokrasiyle çatıştılar; çoklukla baş edemediler. osmanlı ise çoğulluğu tanıyarak egemenlik üretti. habsburglar entegrasyonu dikey ve zorlayıcı bir yolla ararken; osmanlı yatay ve kapsayıcı bir modeli tercih etti. bu da osmanlı'yı yüzyıllar boyunca daha istikrarlı kıldı.
britanya imparatorluğu ise altyapıyı sömürgeleştirmenin aracı olarak kullandı. demiryolları hindistan'a ingiltere'nin mallarını taşısın diye inşa edildi. bürokrasi, yerel halkı değil, londra'yı beslesin diye çalıştı. osmanlı ise benzer araçları farklı amaçlarla kullandı: yol açmak, hizmet vermek, denge kurmak. britanya modernleşmeyle eş zamanlı egemenlik kurdu; osmanlı modernleşmeden önce düzeni sağlamıştı. bu yüzden biri dışlayıcı bir “medeniyet taşıyıcısı” gibi davrandı; diğeri içsel bir uyum sağlayıcı olarak hareket etti.
tüm bu örnekler karşısında osmanlı modeli, çokluk içinde süreklilik üretmeyi başaran nadir örneklerden biridir. onun altyapı gücü ne mühendislik mucizesidir ne rasyonel bürokrasi; ne sömürge planlaması ne teokratik bir kutsallık. aksine, bütün bu unsurları belli dozlarda kullanan, ama hiçbirine tamamen teslim olmayan karma bir düzendir. bu yönüyle osmanlı, tarihteki altyapı rejimlerinin ortasında bir denge uygarlığı olarak öne çıkar.
ek -3: miras
osmanlı devleti'nin altyapı gücü, yalnızca idari veya teknik bir kapasite değil; aynı zamanda bir bilgi üretim tarzıydı. bu bilgi, modern devletin kurumsallaşmış epistemolojisinden farklı olarak, bütüncül değil; parçalı, yerel ve ilişkiseldi. devlet neyi, ne zaman ve nasıl bileceğine kendisi karar verir; bu bilme süreci doğrudan değil, aracı kurumlar!ve dolaylı görme biçimleriyle örülürdü. birey, tekil bir özne değil; üretim birimi, cemaat mensubu, vakıftan faydalanan, mahkeme tarafı gibi kimliklerle devlete görünürdü. bilgiyle iktidar arasındaki bağ, izleme değil uyarlama üzerinden kurulurdu.
bu rejimde devletin bakışı sabit değildi. tahrir defteriyle kırsalı kayıt altına alırken, sicil defteriyle kentli hayatı denetler; vakıf kayıtlarıyla hizmet ağlarını okur, kadı raporlarıyla adaleti tartar; vergi salmalarıyla zirai üretimi ölçer. her kayıt kendi bağlamında anlamlıdır; hiçbir bilgi total değildir. bu parçalı ama işlevsel bilgi düzeni, devleti her yerde mutlak bir otorite haline getirmez ama her yere nüfuz eden bir aktöre dönüştürür. devlet burada bir gözetim makinesi değil, düğümleri yöneten bir ağ mimarıdır.
bu mimarlık, bilgiyle tahakküm kurmak yerine, bilgiyi hizmetin, erişimin ve meşruiyetin aracı haline getirir. osmanlı'nın farklılık yönetimi tam da bu nedenle mümkün olmuştur. her cemaat kendi bilgi alanıyla tanınır; her bölge kendi vergi düzeniyle okunur; her taşra figürü kendi mahalli ağıyla kaydedilir. devlet, farklılıkları silerek değil, onları tanıyarak ve kategorize ederek işler kılar. bu bilgi modeli, istatistikle değil tecrübeyle, planla değil gelenekle, sabitleyerek değil uyarlayarak işler.
ancak bu esnek bilgi rejimi, modernleşme süreciyle birlikte yerini rasyonel, sabit, hesaplanabilir ve merkezi bilgi rejimine bırakır. tanzimat'tan itibaren devlet artık kim olduğunu bilmek değil, herkesi tanımlamak ister. bu geçişte osmanlı'nın parçalı bilgi yapısı bir dirence dönüşür. eski sistem modern devletin gözünde bir “karanlık alan”dır. harita netleştikçe, nüfus sayıldıkça, tapular düzenlendikçe, devletin zihniyeti de değişir. devlet artık yalnızca var olanı bilmekle yetinmez; neyin bilinebilir olacağına da karar vermek ister. bilgi, idareden çıkıp iktidarın hammaddesi haline gelir.
cumhuriyet döneminde bu değişim hız kazanır. devlet artık toplumu yeniden tarif eden bir bilgi üretim merkezidir. vatandaş, milliyet, dil, soy, bölge gibi sabit kategorilere yerleştirilir. eğitim sistemi, nüfus idaresi, istatistik enstitüsü bu yeni bilgi rejiminin taşıyıcılarıdır. ancak bu rasyonel yapı, osmanlı'nın ilişkisel zekasının yerini tam anlamıyla alamaz. modern devlet daha çok şey bilir ama daha az şeyi tanır. toplumu sadeleştirerek yönetir; fakat bu sadeleştirme, bazen gerçekliği örten bir perdeye dönüşür.
bugün türkiye'de devletin bilgiyle kurduğu ilişki, işte bu iki tarihsel damar arasında salınır: osmanlı'nın esnek, bağlamsal, ilişki temelli bilgisiyle; modern devletin sabit, ölçülebilir, sınıflayıcı bilgisi arasında. bürokrasi hala tahrir defteri mantığıyla dosya tutar ama tüik verisiyle karar verir. kaymakam halkı gözlemler ama polis kamerayla izler. imar planı haritada çizilir ama sokak yine mahallenin bilgisiyle işler. devlet hala her şeyi bilmez; ama neyi bilmediğini bilir.
işte osmanlı'nın asıl mirası burada yatar: bilmenin ve yönetmenin aynı şey olmadığını bilen, farklılığı tanımayı zayıflık değil güç kabul eden, mekanı çizerek değil yaşayarak kavrayan, zamanı hükmetmekten çok döngüsel olarak uyarlayan bir siyasal aklın izi… bu iz, tarihin doğal akışında modernleşmeyle silikleşse de, hala gündelik yönetim pratiklerinde, kamu hizmeti kültüründe, yerel-devlet ilişkilerinde ve belki de hafızanın en derin yerlerinde yaşamaya devam eder. devletin gözünün görmediği yer, bazen en çok hissettiği yerdir.
sonuç
bugünden bakıldığında, osmanlı'nın altyapı gücü modeli, modern idare tekniklerine bir alternatif değil, onların tarihsel öncülü olarak görülebilir. ancak bu öncül, basitçe modernleşmeye dirençli bir kalıntı veya romantize edilmiş nostaljik bir ideal olarak değerlendirilmemelidir. osmanlı devleti'nin inşa ettiği çok boyutlu altyapı sistemi, iktidarın yalnızca fiziksel güce veya merkezi otoriteye indirgenemeyeceğini; egemenliğin bilgi üretme, erişim sağlama ve farklılıkları yönetme kapasitesiyle birlikte ele alınması gerektiğini ortaya koyar. bu bağlamda osmanlı'nın gücü, tek bir yönetim biçimini her yere eşit biçimde uygulamaktan değil, `farklılıkları kendi bağlamları içinde değerlendirip` yerelleştirebilme becerisinden kaynaklanır. devletin bilgiyi nasıl topladığı, neyi kayıt altına aldığı ve toplumu hangi kategoriler üzerinden anlamlandırdığı, onun kendine özgü bir bilgi rejimi kurduğunu gösterir. bu rejim, modern devletin tekil ve bütüncül bilgisine karşılık parçalı, bağlamsal ve ilişkisel bir bilme biçimine dayanır. devlet bireyi tek tip vatandaş olarak değil, ait olduğu cemaat, üretim birimi ve coğrafi konum üzerinden tanımlar; bu da ona, mutlak denetleyici değil, aracı, uzlaştırıcı ve uyarlayıcı bir rol kazandırır. osmanlı'nın zaman anlayışı doğrusal değil döngüseldir; mekan anlayışı sabit değil geçirgendir; egemenliği ise haritada çizilenden çok, toplumsal ilişkiler içinde kurulan bir ağdır. böylece osmanlı modeli, yalnızca fiziksel altyapılarda değil, toplumsal düzenin dokusunda, idari zihniyetin esnekliğinde ve devlet-toplum etkileşimindeki derin bilinçaltında yaşamaya devam eden bir yönetim aklıdır. bu akıl, farklılığı tehdit değil potansiyel olarak gören; bilgiyi denetim değil uyarlama aracı sayan; sürekliliği baskıyla değil dengeyle kuran tarihsel bir zekanın ürünüdür. ancak bu modelin yerini modern idare tekniklerine bırakması da tarihsel olarak kaçınılmazdı. endüstriyel kapitalizmin üretim-tüketim döngüsünü hızlandırması, artan nüfusun kayıt altına alınması ihtiyacı, ulus-devletin bütünleştirici ideolojisi ve uluslararası rekabetin hızla merkezi karar alma mekanizmalarını zorunlu kılması, osmanlı'nın esnek ve yerele bağımlı sisteminin taşıyamayacağı baskılar oluşturdu. bu dönüşüm, bir çöküşten çok, tarihsel bir dönüşümün sonucudur. belki de bugün ihtiyaç duyduğumuz şey, yalnızca her yere aynı biçimde hükmeden değil, ayrıca her yerin farklılığına da kendini uyarlayabilen bir devlet anlayışıdır.