Pink Floyd'un Roger Waters'sız Kaydedilen Tartışmalı Albümü: A Momentary Lapse of Reason
pink floyd'un en az dinlediğim albümü a momentary lapse of reason'a geri dönüp haksızlık edip etmediğimi anlamak istiyorum. konuyla ilgili herkesin çok iyi bildiği gibi grubun söz yazarı roger waters'ın ayrılığı sonrası grubun dağıldığı düşünülürken, david gilmour ve nick mason bu markayı devam ettirmeye karar verdiler. o dönem solo kariyerine başlayan waters ve "yola devam" diyen pink floyd arasında dikkat çekici bir müzikal mücadele de başlamış oldu. bazı insanlar "waters'sız floyd olmaz" dedi ve diyor. bu albümde de waters sonrası yazılan şarkıların zayıflığı ve de albüm prodüksiyonunun çok fazla seksenler kokması benim açımdan sıkıntı yaratıyordu. bakalım yıllar sonra albüme geri dönüp baktığımda ne göreceğim?
pink floyd'un son iki albümü olan the wall ve the final cut, roger waters'ın solo albümü gibi çalışmalardı. animals'ı da bu kategoriye sokabiliriz istersek. ancak the wall ve the final cut ikilisi anlattığı hikayeler olarak da direkt roger waters biyografisi gibi algılanabilirdi. zaten the final cut albümünün arkasında albümün adının yanında "by waters" yazar, onun da altında "performed by pink floyd" görürüz. bu dönemde klavyeci rick wright ayrılmıştı, diğerlerinin de pek tadı tuzu yoktu. roger waters, grubu kendi projesine çevirirken diğer elemanlar kendi fikirlerini ancak solo projelerde yansıtabiliyorlardı. 1978'de hem gilmour, hem wright ilk solo albümlerini çıkarmışlardı. bir sene sonra mason kendi albümünü kaydetti ama çıkması 1981'i buldu. the final cut sonrası da hem waters, hem gilmour koşa koşa solo albümleri üstünde çalışmaya başladılar. bu iki çalışmadan waters'ın animals sonrası gruba sunduğu iki projenin biri olan the pros and cons of hitch hiking, bir konsept albüm oluşu ve gitarda yer alan eric clapton ile daha sansasyonel bir projeydi. gilmour'un about face'inde de önemli müzisyenler vardı ama waters kadar ses getirmedi.
1985 yılına geldiğimizde grupta hala bir yeni çalışma emaresi yoktu
pink floyd menajeri steve o'rourke grubu harekete geçirmek için waters'a ulaştı. ancak ikili şartlar konusunda anlaşamadı ve waters, o'rourke ile iş ilişkisini sonlardırmak istedi. lakin grup elemanı olarak bu diğer elemanların onayı olmadan mümkün değildi. en sonunda 1985 yılı aralık ayında roger waters, gruptan ayrıldığını açıkladı. waters, bu ayrılık kararını verdiğinde grubun devam etmeyeceğinden çok emindi. gilmour ve mason ise aynı fikirde değildiler. gilmour, solo albümlerle ilerlemek yerine pink floyd ismini sürdürmenin ekonomik olarak daha anlamlı olduğunun farkındaydı. mason da zaten kendisi ile çalışmak istiyordu. böylece 1986 yılında grup, iki kişi ile yola koyulma kararı aldı. bu tabii ki waters'ı çok sinirlendirdi ve hemen grubun dağılmasını yasal yollardan sağlamak için bir dava açtı. ancak gilmour ve mason, waters'sız şarkılar yaptıklarını ve de pink floyd'un devam ettiğini iddia ettiler. bunun yanında grup plak şirketine bir albüm daha teslim etmek zorundaydı. eğer bu yükümlülükler waters yüzünden yerine getirilemeseydi waters, önemli bir finansal yükün altına girecekti. o'rourke zaten bazı ödemelerinin yapılmaması nedeniyle kendisine bir dava açmıştı. waters, kazanmayacağı bir dava konusunda ısrarcı olmadı ve grup ile anlaşmaya vardı. waters, the wall ile ilgili hakları, bir de grubun meşhur "uçan domuz"unun haklarını alarak bu dava sürecini kapattı. waters, elbette eski grup arkadaşları ve onların yeni müzikal yolculukları hakkında sivri dilini sakınmadı. ancak pink floyd'un yolculuğunu engelleyemedi.
gilmour, bu yolculuğa ünlü prodüktör bob ezrin ile çıktı
ezrin, genellikle rock müzik ve orkestrayı birleştirmeyi seven ve grubun the wall albümünde beraber çalıştığı bir isimdi. ancak bu albümde öyle orkestral bir dokunuş yerine, gilmour ile grubun müziğini modern tutmaya çalıştılar. albümün çoğu gilmour'un alıp bir stüdyoya çevirdiği astoria adlı yüzen evde kaydedildi. sistemi kurmak gilmour ve ezrin'i biraz zorlasa da işlem başarı ile tamamlandı. öncelikle bu kayıt için bir klavyeci ve bas gitarist lazımdı. klavyede gilmour'un live aid'de bryan ferry için gitar çalarken tanıştığı jon carin yardımcı oldu. hatta gilmour, şarkıların iskeletini genel olarak carin ile kaydetti. carin, daha sonra da hem pink floyd ile, hem gilmour'un solo işlerinde, hem de waters'ın konserlerinde çalarak bu grup ve elemanları için ne kadar önemli bir karakter olduğunu gösterecekti. bas gitarda ise prog rock'ın önemli isimlerinden tony levin yer aldı. ezrin ile daha önce çalışmış levin, o sırada hem peter gabriel ile hem de king crimson ile çalışıyordu. ancak müzisyen ihtiyacı burada bitmedi. nick mason, grubun devam etmesini istese de bir davulcu olarak istediği fitlikte değildi. aslında 1985'te profiles adlı bir albüme imza atsa da davulla pek vakit geçirmiyordu. bu nedenle bu albümde bir takım perküsyon aletleri çalsa da gilmour, davul için farklı davulcular çağırdı. bunun yanında gilmour, yine dönemin sound'una uygun olması için drum machine kullanmayı da tercih etti. albüm içinde daha farklı müzisyenler de farklı şarkılarda yer aldı. ancak burada en önemli isim olarak rick wright'ı anmak lazım. yeni bir pink floyd albümü kayıtlarının başladığı haberi çıkınca rick wright'ın eşi, wright'ın da gruba dönmesi isteğini iletti ve bir reunion'a aracı oldu. gilmour, buna yeşil ışık yaktı. ancak wright, projeye dahil olduğunda albümün çoğu çoktan hazır olduğu için kendisi var olan şarkıların üstüne bir miktar klavye çalıp, biraz da geri vokal yapabildi. bir yandan da wright'ın yasal statüsü konusunda belirsizlik vardı. daha waters ile dava sürecinden yeni çıkan grup, yeni bir sıkıntı yaşamamak için wright'a stüdyo müzisyeni maaşı verip, kendisini resmi anlamda grup elemanı olarak saymadılar. albümün künyesinde ve iç kapakta pink floyd, sadece gilmour ve mason'dan oluşan bir duo'ydu.
pink floyd'a destek veren eski dostlar demişken storm thorgerson'u da anmak lazım
çünkü animals'tan sonra o da albüm kapağı için geri döndü.
albüm hakkında istediğinizi söyleyin ama herhalde albüm kapağının çok başarılı olduğunu kabul etmek lazım. çalışmanın montaj içermeyen bir fotoğraf olması işi daha da özel kılıyor. keza o yataktan nehri yapmak için 500 kadar yatağı ingiltere'de bir plaja yerleştirmek delilik. güzel bir ışık yakalamak için temmuz ayında yaratılan bu mizansen aslında kötü bir sürpriz ile karşılaşıyor. hazırlıklar sırasında bir anda yağmur yağmaya başlayınca ekip toparlayabildiklerini toplamaya çalışıyorlar ama her şey çamur içinde kalıyor. yine de ekip iki hafta sonra şanslarını bir daha deniyorlar ve bu sefer başarı geliyor. sürreal bir kapak, bir rüya sahnesi gibi. bence verdiği en önemli mesaj yalnızlık çünkü uçsuz bucaksız bu sahil ve yataklar içinde tek bir insan var. bu kişi astoria'yı çekip çeviren ama asıl mesleği grafik sanatçılığı olan langley iddins. kendisi daha önce on the run şarkısı sırasında konserlerde gösterilen videoda da yer almıştı. albüm kapağının iki versiyonu var. birinde aynadan kendine bakıp kendiyle yüzleşiyor. diğerinde ise bir dal kırmakta. bu da sıkkınlığını ve yalnızlığını daha da vurgulayan bir tercih. bu yalnızlığı bozan iki şey var. birisi sahilde bekleyen köpekler. diğeri de havada parasailing yapan kişi. bunlar bir anlamdan daha çok albümdeki the dogs of war ve learning to fly şarkılarına gönderme gibi. albümün arka kapağında da resmin devamı var ve burada bir hizmetçiyi görüyoruz. aslında aynı resimin parçası olup, albümün iki yüzüne tek başlarına yerleştirilmiş iki kişi de yine yalnızlık temasını vurgulayan bir seçim. 500'e yakın yatağın ama sadece bir kişinin olduğu yerde hizmet vermek zorunda olan hizmetçi de hayatın anlamsızlığı ve zorluğu hakkında düşünmemizi sağlıyor.
albümde ilk dikkat çeken şey genel bir teması olmaması
albüm sonuna doğru hem müzikal bağlantılar, hem de sözler ufak bir "depresyon" konsepti yaratsa da her şarkıda başka bir şey anlatılıyor. pink floyd için alışık olmadığımız bir şey bu. ancak müzikal anlamda tüm şarkıları kapsayan bir durum var. o da şarkıların bol bol klavye içermesi ve de daha önce olmadığı kadar elektronik efektler duyuyor olmamız. bol reverb'li gerçek davul ve drum machine'lerin bir araya gelmesiyle daha az organik bir floyd dinliyoruz. gilmour'un gitarı ise eski bir dost, bildiğimiz gibi. ama waters'ın vokalleri, vuruculuğu ve sarkazmı olmadan bir şeyler eksik kalıyor. hatta insan wright'ın vokallerini bile arıyor. gilmour muhteşem bir gitarist ama vokalleri özellikle daha akustik işlerde parlıyor. zaman zaman "overproduced" düzenlemelerde gilmour'un vurucu olmaya çalışan vokalini arka arkaya dinlemek biraz yorucu. tüm bunları geçtim, albümü ele alınca bu kadar çok konuk müzisyen ve şarkı yazarı görmek, bunlar yanında mason ve wright'ın katkısının sınırlı olduğunu farketmek bile tek başına floyd hayranlarını bu çalışmadan uzağa itiyor.
1. Signs Of Life
albümü açan signs of life'a geçelim artık. bu şarkıyı albümün turnesinde çalarlarken grup, kapaktaki elemanı zamanında uğruna şarkı yazdığı grantchester meadows'ta yalnız başına kürek çekerken gösteren bir videoyu arka planda yansıtıyordu. yani yalnızlık temasını bu şarkının görselliğine de taşımışlardı. ancak videoda gördüğümüz üzere tüm bu sakinlik hem suyun altında hem de bulutlarda olup biten ile yok oluyordu. bu şarkı da su sesleri ile başlasa da klavye ve gitar ile beraber gerginliği arttırıp bir şeylerin ortaya çıkacağı hissini çok iyi vermekte. şarkının adının da anlattığı gibi, bir boşluk içinde yaşamın ortaya çıkması gibi bir atmosfer yaratılmış. bu da tabii ki pink floyd'un o dönemki hali ile çok uyumlu. grup yeniden doğmaya çalışırken, bu şarkı ile yaşam belirtileri göstermekte. şarkıyı gilmour, 1970'lerin sonunda bestelemeye başlamış. çok büyük ihtimalle de giriş kısmını şarkının diğer bestecisi olan ezrin eklemiş. şarkının ilk bölümü, dinlendirici bir su sesi efektinden gergin bir elektronik denemeye geçiyor. burada nick mason'ın üstünde oynanmış konuşmaları ve büyük ihtimalle bob ezrin'in synthesizer'ından çıkan seslerle şarkının gerginliği artıyor. 1:48'de şarkıya dahil olan klavye melodisi bence şarkının zirvesi. 1970'ler başı pink floyd'u hatırlatan bu klavye melodisi rick wright'ın klavyesinden çıkmış olsa gerek. şarkının ikinci yarısında ise standart, yavaş yavaş ilerleyen bir gilmour solosu dinliyoruz. gitar melodilerine çok uzaktan bir klavyenin cevap veriyor olması çok güzel. pink floyd'un roger waters hakimiyetine geçmeden önceki zamanlarını hatırlatırken, bir albüm açılışı olarak da beklentiyi tavan yaptıran, çok başarılı bir çalışma.
2. Learning To Fly
sings of life'ın üstüne learning to fly'ın başlaması birbirine uyan iki yapboz parçası birleştirmek gibi. bu sefer konudan başlayalım. ilk şarkıda başlayan yaşam teması sonrası, burada sınırları zorlayarak uçma arzusundan bahsediliyor. ancak uçma eylemi ile özdeşleşen özgürlüğe erişme yolundaki çekinceler ve korkular şarkıda önemli bir yer kaplıyor. aslında şarkı, gerçekten de uçmayı öğrenen david gilmour'un literal anlamda uçuş arzusu hakkında. hatta nick mason da gilmour ile beraber pilotluk kursu almıştı ve kendisinin konuşma sesleri de bu şarkıya eklenmiş. kendisinin konuşmasını iki şarkı üst üstünde duymak, hele bu şarkıların albümün ilk iki şarkısı olması çok ilginç. ancak bu sözler aynı zamanda pink floyd uçağının kontrolünü eline alan gilmour'un grubun geleceği hakkındaki çekincelerini anlatmakta. müziğe bakarsak ise oldukça radio friendly olduğunu söylemek lazım. zaten single olarak yayınlanan şarkının klibine de grup önem gösterdi. mtv'lik bir klip ortaya çıktı. basit bir davul ritmine sahip şarkı, mason'ın konuştuğu enstrümantal bölüm dışında çok standart ilerliyor. bu enstrümantal bölüm ve de onu takip eden gilmour'un efektli vokalini dinledigimiz bölümde çok etkileyici bir şey bulamıyorum. hatta bu bölümün sonundaki ses efektleri biraz kafa ütülüyor. yalnız mason'ın ara ara davul atakları ve levin'in bas gitarını bir kenara bırakmak gerekebilir. şarkının en güzel yönü ise gilmour'un gitarı. özellikle attığı soloların hepsi çok yerinde. bunun dışında nakarattaki geri vokaller güçlü. şarkının asıl akor dizilimini jon carin yazmış, gilmour ve ezrin ikilisi de bestenin gerisini toparlamış. sözlerde ise gilmour, dışarıdan bir söz yazarı getirmiş ve anthony moore'dan destek almış. kendisi bu albümde ve de takip eden the division bell'de ara ara karşımıza çıkacak. belki pink floyd ile tanışma şarkısı olarak iş yapıyordur ve de 1980lerde yeni dinleyici toplamalarına yardımcı olmuştur. kötü bir şarkı değil ama benim için ne akar ne kokar bir eser. davul tonu, vokaldeki efektler, klavyeler vesaire bana çok 80'ler geliyor. sözler iyi ama bestenin pek bir derinliği yok. ara ara çerez olarak dinlemekten hoşnut olsam da waters dönemi sonrası grubu tanıtan ilk şarkı olarak ne büyük bir hayal kırıklığı olduğunu tahmin edebiliyorum.
3. Dogs of War
dogs of war, sert başlayan bir eser. girişinde bir köpek havlaması sesi var ki aslında bunu bir gülüş sample'ını yanlışlıkla yavaş çalarak elde etmişler. güzel de olmuş. üstüne eklenen klavye melodileri de karanlığı devam ettiriyor. david gilmour da sesini oldukça sert kullanmakta. gücünü arttırmak için de ekoyu basmışlar. üçüncü dakika davul atağı ile beraber şarkı vites arttırıyor. şarkıda davul ara ara ataklar yapmaya devam ediyor. bu enerjiyi sağlamak için de davulda nick mason yerine, rod stewart ile çalışmaları ile bilinen carmine appice'i tercih etmişler. kendisinin şarkıya ne kadar hareket kattığını şarkının mason'ın çaldığı 2019 remix'i ile karşılaştırarak görebiliriz. bu arada şarkıda wright da yok. böylece orijinal floyd'dan tek gilmour yer alıyor. tony levin'in bas gitarı da çok komplike olmamasına rağmen güzel bir ritm sağlıyor. saksafon solosu sırasında tempolu ritmin 4/4'e dönerek standart hale gelmesi çok ilginç. ancak şarkının kaydı bana çok kakafonik geliyor. özellikle ana vokal, geri vokal, klavye ve saksafon dörtlüsü bir araya geldiğinde gerçekten başım şişiyor. özellikle klavye sound'u çok yorucu geliyor. şarkının ikinci yarısındaki hava da money'yi fazla andırıyor ama çok daha ruhsuzu tabii ki. şarkının konusu tam roger waters'lık. lakin onun şarkı sözleri bir şekilde insanı yakalarken, gilmour'un anthony moore ile yazdığı sözler daha çok "kötüler şöyle, kötüler böyle" tadında yüzeysel kalıyor. bu şarkının konserlerde gösterilmesi için çekilmiş kısa bir filmi de var. şarkının başındaki müzikal gerginlik ile ağır çekimde koşan, sarı gözlü köpekler çok karizmatik duruyor. ancak klibin sonunda david gilmour'un kameraya dönerek sinirli bir şekilde "the dogs of war" demesi var ki istemsizce komik. bu tarz fazla ciddi yapılmaya çalışılan işler, waters'sız pink floyd'da eğreti duruyor bence. zaten saksafon solosuyla şarkı da kendini çok ciddiye almayı da bırakıyor bence.
4. One Slip
one slip, floyd'un söz anlamında en garip seçimlerinden birisi. gilmour'un roxy music'ten phil manzanera ile yazdığı şarkı tek gecelik bir ilişkiyi anlatarak başladıktan sonra bu ilişkiden duyulan pişmanlığa değiniyor. bu pişmanlığın nedeni de bu ilişkiden bir hamilelik ortaya çıkması ve de ilişkiyi yaşayanların bir anlık boşluğa düşmeleri sonucu hayatlarının birbirlerine bağlanması. bu arada şarkı, nakaratında albümün adını barındırmakta. müzikal olarak ilginç şeyler var. girişindeki perküsyon, kalimba ve klavye biraz etnik bir hava yaratarak başlıyor. intronun ortasında çalan alarmlar elbette akla time'ı getiriyor ve bir önceki şarkıdaki saksafon solosu sonrası ikinci kez dark side of the moon'a selam veriyorlar gibi. lakin bu efekt bu şarkıda hiçbir işe yaramıyor. ilk nakarat sonrası bu atmosferin üstüne tony levin'in meşhur chapman stick'inde çaldığı solo çok leziz. waters'tan asla duyamayacağınız tarzda bir solo bu. albümde biraz kısa tutmuşlar ama turnede bas gitarist guy pratt burayı uzatarak güzel bir slap solo dinletiyor. gitar melodisi bence çok ilginç çünkü gilmour'dan alışık olmadığımız bir delay efektli clean guitar duyuyoruz introdan beri. keza bu bölümleri çalmak için michael landau'yu getirmişler. bunun dışındaki bölümler düz bir rock şarkısı olarak ilerliyor. davullarda yine mason yok. onun yerine bu sefer jim keltner'i diliyoruz. davul sound'u 80'lerin o meşhur hafif ekolu soundunda. yine de bu davullar, 2019 remix'in tatsız tutsuz davulundan daha iyi. bir önceki şarkıya göre miksajı daha iyi. yine de introsu ve chapman stick solosu dışında "gel de beni dinle" diye çağırmıyor.
5. On the Turning Away
on the turning away için belki biraz cheesy denilebilir ama yine de seviyorum bu şarkıyı. gilmour, daha önce de dediğim gibi sesini ve üslubunu sertleştirmeye çalışırken biraz komik duruma düşebilse de yumuşak vokal ve altyapılarda kendini çok daha iyi gösteriyor. bu şarkı da onlardan biri. sakin bir şarkı ama bir hit olsun kafasında yazılan bir eser değil. bir nakaratı bile yok. şarkının son yarısında uzun bir gitar solosu, ilk yarısında da uzun bir enstrümantal bir pasaj var. yine de şarkı hem single olarak yayınlandı, hem de başarı kazandı. şarkı sonundaki gitar solosu uzun tutularak gilmour öne çıkarılsa da geri kalan enstrümanlar hep çok tadında çalınmış. özellikle tony levin'in bası ve bu şarkıda da çalan keltner'in davulu ara ara çok güzel dokunuşlar yaparak saat gibi çalıyorlar. klavyeler ise şarkının kalbini oluşturuyor desek yanlış olmaz. yine anthony moore ile yazılan sözler, bir 1980'ler klasiği olarak insanların birbirlerine sırt çevirmeyerek yeni bir düzen başlatmasını anlatıyor. ya da bunu arzuluyor. bunu yaparken ise bence komik duruma düşmüyorlar. şarkıda özellikle son kıtaya girerken "no more turning away" diyerek daha belirgin ve güçlü bir tavır göstermeleri şarkının değerini daha da arttırıyor.
6. Yet Another Movie
müzik anlamında albümde hareketliliğin olduğu bir eser yet another movie'ye geçelim. gilmour, bu şarkıyı madonna'ya yaptığı parçalar ile tanınan patrick leonard ile beraber bir jam session'da bestelemiş. sonra da albüm için elden geçirmiş. albümün en ciddi, ağırlıklı eselerinden biri ortaya çıkmış. açıkçası gilmour'un vokali ya da sözleri çok da ilgimi çekmiyor. sözler, genel anlamda tatsız tuzsuz bir yaşamı anlatıyor. gilmour'un vokali de bu ruhsuz ilerleyen yaşantıyı anlatılırken durağan ilerliyor. şarkının asıl numarası düzenlemesinde. yine klavye ağırlıklı bir fuzenleme dinliyoruz bu eserde. carin, uzun uzun, biraz avant-garde bir intro döşemiş. şarkı ancak birinci dakikada başlıyor. klavyenin yarattığı altyapıda tony levin'in müthiş bas (ki 2019 remix'inde iyice öne çıkarmışlar), john helliwell'in azar azar çaldığı saksafon ve de gilmour'un gitarından çıkan çığlıklar çok güçlü bir giriş sağlıyor. jim keltner'in davulu da hem burada hem de şarkının devamında eseri güzelce dolduruyor. şarkının başında on the waterfront filminden konuşmalar var. sonunda ise casablanca'dan bir bölüm daha uzun ve daha duyulur bir şekilde kullanılmış. bu tercihler de şarkının adına ilham vermiş. bu arada şarkının içindeki "an empty bed" sözü de albümün kapağına ilham vermişti. şarkı, özellikle 3:30'dan sonra carin'in gotik ve çok etkileyici synthesizer notları ile coşuyor ve de devamında gilmour'dan muazzam bir solo dinliyoruz. gerçi ilk kıta sonunda attığı solo ve de şarkı sonundaki gitar efektleri de çok leziz.
7. Round and Round
yet another movie biterken son birkaç saniyesinde akor dizilimini değiştirip round and round'a bağlanıyor. burada da bir bas gitar rifi üstüne, klavye birkaç akor basarken, gilmour da ufak ufak notalar çalıyor. şarkı bir dakikada hemen fade out'a giriyor ve de 1:13'te bitiyor. bu şarkıya ne gerek vardı, belli değil. bence tamamen manasız, albüme hiçbir şey katmayan, zaman öldürmek ve albümü doldurmak için konulmuş bir enstrümantal. aslında albümün orijinal cd baskılarında şarkı ayrı bir track olarak konulmamış. yine de kapakta ve cd üstünde 6. şarkı sonrası "6a" olarak belirtilmiş. bütün şarkılar da arka kapakta büyük harflerle yazılmışken bu eser daha farklı yazılmış. ancak 1988'deki konser albümü delicate sound of thunder'da ayrı bir şarkı olarak gösterilen round and round, 2011'den beri çıkan yeni baskı albümlerde de ayrı bir şarkı. neden bilinmez.
8. A New Machine (Part 1)
hadi round and round'da bir miktar müzik var. `a new machine (part 1)` ise en az tahammülüm olan pink floyd şarkısı desem yeridir. vocoder'den geçen ve kulak tırmalayan bir david gilmour'u küçük bir synth arka planı üstüne neredeyse iki dakika boyunca dur kalk olarak dinlemek benim için eziyet. sözler çok sofistike olmasa da bıkkın bir adamın hissettiklerini anlatıyor. belki de hayatın monotonluğunu bu vokalle yansıtmak istemişler ama gram zevk vermiyor bana.
9. Terminal Frost
terminal frost, en azından ismi ile a new machine'in sözlerindeki depresyonu devam ettirecek gibi dursa da öyle karanlık bir eser değil. hatta bence bu enstrümantal eserin en büyük bir problemi büyük ölçüde bir duygu barındırmaması. mesela ilk iki dakikası basit bir klavye melodisi öncesi ufak ufak atışan gitar ve saksafon dışında bir şey içermiyor hani bir şey olacak gibi beklentiyi arttırsa da o beklene
n şey bir türlü gelmiyor. ancak 2:20'de geri vokaller ile drum machine (merhaba 80'ler) tam anlamıyla şarkıya dahil olunca şarkıya bir hareket geliyor. güzel de bir saksafon solosu var. genel olarak şarkının adının tersine bir an güneşi doğduruyorlar. ancak kısa bir süre sonra başa dönüyoruz. bence gereksiz uzun, normalde floyd enstrümantal eserlerinin çıkardığı yolculuğa çıkarmayan düz bir şarkı.
10. A New Machine (Part 2)
şarkı `a new machine (part 2)`'ya bağlanarak tekrardan acı çektirmeye başlıyor ki part 1 ile aynı mantıkla kaydedilen eserde gilmour bir de ekstradan tiz sesler kullanınca iyice dinlenmesi zor bir eser oluyor. neyse ki şarkı sadece 30 saniye civarında. şarkının ilginç tarafı şu ki sözler ilk bölümdeki umutsuzluğu atıp, "gittiği yere kadar buradayım" diye daha olumlu bir şekilde dönüyor ve bu gereksiz mini suite'i toparlıyor.
11. Sorrow
albümün döndüğü karanlık yol sorrow ile devam ediyor. neredeyse dokuz dakika süren şarkı, bir gilmour epiği ki solo kariyerinde de bu şarkıyı konserlerinde çalmaya devam etti. şarkıyı seven çok. gilmour'un waters sonrası döneminin en iyi şarkılarından biri olduğu iddiasını siz de bir yerlerde okuyabilirsiniz. ben abartıldığı kadar iyi bir şarkı olduğunu düşünmüyorum. ilginç ve güzel özelliklerinden birisi gilmour'un gitar sonundaki sertlik. özellikle intro boyunca dinlediğimiz sound, klasik pink floyd eserlerine göre çok daha rock bir havada. gilmour, şarkının solosunda yine alıp gidiyor. tony levin'in bas gitarı da oldukça hareketli. ancak drum machine ve klavyeler ile beraber dönemin new wave sound'una çok yakın durduğunu da belirtmek lazım. gilmour, sözleri aslında bir şiir olarak yazmış. bu nedenle şarkı sözlerinin albümdeki diğer eserlere göre biraz daha edebi olduğu çok ortada. önceki şarkılarda olduğu gibi yine geçen güzel günler ardından sürüp giden hayatta sürüklenen birini anlatıyor şarkı. gilmour'un double track vokalleri şarkının sözlerini oldukça iyi sunuyor. yani demem o ki, eli yüzü düzgün bir eser. ama o kadar da güçlü değil.
albüm pink floyd markasının etkisiyle iyi sattı
zaten albümün prodüksiyonu da, içindeki şarkılar da bunu hedefliyordu. gilmour, grubun devam ettiğini ve de 80'lerde de yaptıkları işin bir anlamı olduğunu göstermek istiyordu. bu gövde gösterisini de iyi satış rakamları ile harmanlamak çok mantıklıydı. grubun the wall sonrası sahneye dönüyor olması da başka bir heyecan kaynağıydı. hatta venedik'te verdikleri ikonik konser, soğuk savaş daha bitmeden rusya'da çalmaları gibi atraksiyonlar ayrıca ses getirdi. bu albümü de o konserlerde bol bol pazarladılar. bugün pink floyd'un şarkılarını konserlerde en çok çaldıkları ikinci albüm bu albüm. e sadece bu turnede 198 konser veren grup neredeyse tüm albümü bu konserlerde çalınca bu durum çok normal. turnede kaydedilen delicate sound of thunder adlı albüm de iyi sattı. floyd bu kadar ilgi görürken, roger waters ise solo çalışmalarında daha az bir topluluk toplayabiliyordu. bu iki ekip de medyada özellikle karşılaştırılıyordu. waters'ın albüm hakkındaki olumsuz yorumları da o dönem yazılıp çizildi, bu "kavga"yı iyice gazladı.
tabii waters'ın yorumlarının objektif olmasını bekleyemeyiz
ancak albümü tekrar dikkatli dinledikten sonra benim albüm hakkındaki düşüncelerim pek değişmedi. beni ne entelektüel anlamda ne de duygusal anlamda doyuran bir albüm bu. heyecan yaratmıyor. ancak şunu da kabil edeyim ki a new machine ikilisi dışında kötü diyeceğim bir eser yok. hatta yet another movie, değeri bilinmemiş bir floyd eseri desem yeri. one slip'in bas gitar melodisi, on the turning away'in enstrümantal kısmı gibi bazı bölümleri yeniden keşfedip sevdim. ancak bu kadar çok elektronik düzenlemeye ve gilmour vokaline maruz kalmak iyi değil. sonuçta floyd dediğimizde akla waters'ın çığlıkları ve de mesajları, wright'ın inanılmaz klavye notaları, mason'ın davul atakları geliyor. bu albüm ise bence de bir gilmour solo albümü. yine de ben bir waters solo albümü olan the final cut'ı bu albüme tercih ederim. orada da filler diyebileceğimiz şarkılar çoktu. orada da artık waters vokali dinlemekten illallah ediyorduk. ancak en azından o albümde bir şeyler hissediyordum: savaş, kayıp, umutsuzluk vesaire. burada ise öylesine akıp giden bir albüm var.
bu arada albümün probleminin düzenlemeleri olduğunu düşünenler için floyd, 2019'de albümün remixed versiyonunu yayınladı. bu yeni mikste en önemli değişiklik nick mason'ın davulları baştan kaydetmiş olması. her ne kadar 80'ler tarzını zaman zaman eleştirsem de yeni miksteki davullar da fazla ruhsuz, sade geldi. onun dışında rick wright'ın bazı klavye melodileri albüme eklenmiş. bas gitar zaman zaman daha da öne çıkarılmış. yine de benim için albümün değerini arttırmayı başaramadı. evet, prodüksiyon belki bir problem ama daha büyük problem başka yerde. sadece prodüksiyonda değil, sözlerde, bestelerde, vokallerde de albümün çok steril olması. neyse ki the division bell'da bu problemlerin bir kısmı çözülmüş ve de albüme bir ruh üflenmişti. lakin a momentary lapse of reason'da bir şeyler eksik. yine de gilmour'a verdiği çaba için teşekkür etmek lazım. ancak pink floyd standardını da göz önüne alırsak albüme vereceğim not çok da yüksek olmaz.
notum: 2,75/5