Poor Things: Beklentinin Hakkını Veren Marjinal Bir Başyapıt mı, Yoksa Düz Hayal Kırıklığı mı?

Yunan yönetmen Yorgos Lanthimos'un yeni filmi bir Parasite etkisi yaratmadı sanki: İzleyenlerini sevenler ve sevmeyenler olarak ikiye böldü. İki farklı yorumu derledik.
Poor Things: Beklentinin Hakkını Veren Marjinal Bir Başyapıt mı, Yoksa Düz Hayal Kırıklığı mı?

Olumlu yorum

poor things çok iyi bir film. ama iyi bir film olmasının nedeni, anlatmaya çalıştığı şeyler, yaptığı göndermeler veya kendince bir felsefi tema tutturmaya çalışması değil. zaten böyle olmaya çalışan filmler arasında oldukça basit kalır poor things. lakin kostümleri, zekice yazılan diyalogları, sinematografisi, temposu ve yapılan sanat tercihleri çok yerinde. örneğin film basit ve ilkel kamera açıları ile başlayıp siyah beyaz akarken, bella'nın yaşadığı kendini keşif ve cinsellik süreçleri sonucunda renkleniyor ve kullanılan kamera dahi değişiyor, zira cinsellik yaşayan birisi artık "çocuk" olamaz ve "macera" onun için bilahare başlamış durumdadır.

ilk 30 dakikası ile izleyiciyi kısmen rahatsız etmeyi başaran film, sonrasında bir tür dram ve komedi kırmasına doğru evrilip eğlenceli bir hale dönüşüyor. çıplaklık insanı bazen rahatsız etse de zaten amaç da bu. seks, insanın süfli doğasının bir parçası, bir tür hayvanlık olarak kurgulanmış filmde. o sebeple her türlü seksüel eylemde bir tuhaflık var: 10 saniyede boşalan mösyö, çocuklarını cinsel eğitim ayağına getirip notlar aldıran manyak, bella'nın bir elma ile mastürbasyon yapması ve eli kancalı adam... hepsi özenle tuhaf hale getirilmiş.

filmin kendince ilginç olmaya çalışması sırasında yaptığı vasat ideolojik propagandadan ziyade, bella'nın dünyadaki acı ve kötülük ile karşılaştığında verdiği tepki ve tanıştığı siyahi adamın, ona insanların iğrenç birer hayvan olduğunu söylediğinde kaybettiği saadeti beni düşündürdü. bella, tüm film boyunca kendisini keşfederken bunun en önemli ayağını cinsellik - zira bu, çocukluktan çıkış demektir - teşkil etse de zamanla entelektüel gündemi olan bir insana dönüştüğünü de görüyoruz bu karakterin. dünyayı daha iyi bir yer yapmak istiyor fakat zamanla bunda ümitsizliğe de düşüyor. karşılaştığı insanları ve hislerini karmaşık bulmaya başlıyor.

filmin bu yönüyle bende uyandırdığı düşünce, insanın başkalarını bırakın, kendini yahut genel olarak insanın, insanı; türün, türdaşını keşfinin, ilmen ve aklen imkansız olduğuydu. çünkü bir şeyi bilmek, anlamak demek; o şey hakkındaki bilgimizin, o şeyi tamamen ihata etmesi, yani kapsaması, çevrelemesi ile olur. böyle bir şeyi başarmak için ise incelenen şeyin, bizden altta bir varlık olması gerekir ki, bunu başarabilelim. görünen o ki, insanın indirgenemez karmaşıklığı yüzünden, insan, insanı hakikaten tanımaktan ve bilmekten aciz. insan, bilinmek istiyorsa kendinden yüksek bir varlığa ihtiyaç duyuyor. "bilinmek istedim ve o yüzden varlığı halk ettim" şeklindeki uyduruk kutsi hadis, bu yüzden yalandır. bilinmek isteyen yaratmaz, çünkü yaratacağı şey, kendinden altta bir şey olacaktır. filmde de sık sık god, yani tanrı mahlasını kullanan ve bella'yı yaratan godwin, bir ateist ise de bilinmek değil, bilmek istediği için bella'yı yaratıyor.

her neyse, işte bu dilemmadan olsa gerek bella'nın kendini keşif ve gerçekleştirme süreci bi ara felsefeye kaysa da sonuçta kadınlık ve kadınlık organı üzerinden yaşanılan cinsellik üzerinden bir varoluş mücadelesine indirgeniyor, kendisinin cinsel organını kesip "hadım" etmek isteyen kocasına karşı verdiği mücadele.

peki acaba insan, hakikaten nasıl mutlu olabilir? dünya gerçekten nasıl daha iyi bir yer haline gelir? bella, gemiden indikten sonra bu gündemini bir kenara bırakır ve geçim telaşına düşer. büyümek de böyle değil midir? insan gençlikteki entelektüel çabasını, idealistliğini zamanla devam ettirebiliyor mu? ettiremiyor. filmin sonlara doğru ortaya çıkan bu entelektüel kısırlığını da belki buna bağlamak lazım. kadın, sadece bir tane zenci karı yardımıyla sosyalist olup -film ingiltere'de geçtiği için muhtemelen fabian'cı oluyordur - tıp okumaya başlıyor.

peki, hakikaten insan nasıl dünyadaki kötülüklere dayanıp burayı daha iyi bir yer yapmak yolunda mesai harcayabilir? aslında bunu yapmanın tek yolu, bella gibi kötülüğü, fakirliği gördüğünde bir çocuk gibi yatakta ağlamak değil, bunların varlığını ve ebediyen var kalacağını dürüstçe kabul etmektir.

zira dünyayı olduğu gibi kabul edemeyenlerin, onun koyduğu kural ve kaidelere bakıp üzülen ve dövünenlerin, dünyayı değiştirebilmelerine imkan yoktur. evvela dünyayı olduğu gibi kabul... sonra ise ıslahına gayret. fakat tamamen ıslah olmayacağını da bilerek...

yani ilginçtir ki huzurun tek yolu, huzursuzluğun varlığını ve eldeki huzurun her an yok olabileceğini bilerek yaşamaktır.

Olumsuz yorum

poor things asla kanımın ısınmadığı, eserlerini az bilinen formüller üzerinden kurguladığına inandığım ve yaratıcılığına güvenmediğim yorgos lantimos'un beni en çok zorlayan filmi oldu. zorlanmamın nedeni sevmeye çalışmam. set tasarımına, kostümlere, oyunculuğa odaklanarak iyi bir film izlediğime inandırmaya çalıştım kendimi ama olmadı.

bu aslında bir frankenstein değil bir freaky friday hikayesi. bir bebeğin beyni ölmüş annesinin cesedine naklediliyor. bu nedenle kahramanımız hayatını yetişkin bir bedene hapsolmuş bir şekilde yaşıyor. hem de ne yaşama. yani filmin sürrealliğine vermemiz gereken bir pedofili/engelli istismarı durumu söz konusu. bu kadın bedenine hapsolmuş çocuğu film boyunca farklı erkeklerle ve aklınıza gelebilecek her pozisyonda seks yaparken görüyoruz. kahramanımız seksin adını bile bilmeyecek kadar küçük. eğlenceli hoplama diyor ve film bu sahnelerde gülmemizi istiyor. basın gösteriminde bile herkes güldüğüne göre sorun bendedir.

filmin fazlasıyla benzerlik gösterdiği bir diğer yapım da forrest gump. o filmde de yetişkin bedeninde ama çocuk akıllı bir kahramanın canının istediği her şeyi yapışını ve başına asla kötü bir şey gelmeyişini izlemiştik. o da sevdiklerini kaybediyordu ama kıçından vuruluşunu saymasak kılına bile zarar gelmiyordu. bu filmde de işler tam olarak böyle. seks yapmaktan geri kalan zamanlarında kahramanımız hiç bilmediği bir şehrin sokaklarında geziyor. beş kuruş para vermeden yiyip içiyor. sarhoş oluyor. kavgaya karışıyor. hatta geneleve düşüyor ve burada sayısız erkekle birlikte oluyor. başına asla kötü bir şey gelmiyor. hamile kalmıyor, hastalık kapmıyor, şiddete maruz kalmıyor, hatta regl bile olmuyor. parasını son kuruşuna kadar millete dağıttığı yol arkadaşı bile ona zarar vermiyor. başta biraz bağırıp çağırsa da iki dakika geçmeden ihtiras tramvayı'nın taklidi bir sahne ile ilan-ı aşk falan ediyor. tabii bu çakma luis buñuel ve yersen sürrealist lantimos abimizin bir fantezi filmi. o yüzden bu detaylara da takılmamak lazım.

filmde erkek karakterlerin de en ufak bir derinliği yok. hepsi sadece tiplerden ibaret. çılgın bilim insanı, zampara, romantik vs hepsi yedi cüceler gibi tek bir karakter özelliğine sahipler. kahramanımızın karşısına onu entelektüel açıdan zorlayacak tek bir karmaşık erkek bile çıkmıyor. tanışma, koku testi, eğlenceli zıplama. yallah.

özellikle dikkat etmedim ama film bence bechdel testini geçemez. olsun, çok feminist film. valla bak. yönetmeninden oyuncusuna, eleştirmeninden, izleyicisine herkes öyle diyor. kadın bedenine sahip bir çocuk seks yapa yapa gelişip özgür bir kadın oluyor. ona hesapta sosyalizm öğreten fahişe sevgilisiyle babadan kalma malikanesinde martini yuvarlarken film bitiyor. ha bi de eski kocasını öldürüp onun bedenine bir keçi beyni takıyor. yani kocası dururken insan bedenine hapsolmuş bir keçiyi cezalandırıyor. harika bir fikir...

neyse, valla çok güzel film. yani benden başka herkes öyle diyor. izleyin, izletin, oscarlara boğun. arada bu filmin başrolünde harika kostümler içinde emma stone gibi bir afet değil de sıradan giysiler içinde shelley duvall falan olsa filmi yine bu kadar sever miydim diye düşünmeyin sakın.