Silver Linings Playbook Filminin İnce İnce Anlatmaya Çalıştığı Esas Şeyler

Bradley Cooper, Jennifer Lawrence ve Robert De Niro gibi isimlerin sürüklediği 2012 tarihli iyi-hisset filmini zamanında izlemediyseniz bile Netflix'te görüp izlemiş olabilirsiniz. İşte filme bakışınızı bir tık daha derinleştirecek bir yazı.
Silver Linings Playbook Filminin İnce İnce Anlatmaya Çalıştığı Esas Şeyler
Uyarı: Spoiler içerir.

birini çok seven, kendisini aldattığı halde sorunu kendisinde aramaya devam eden bir adam var burada

onun sorunu kendinde araması, içinin sevebilme yeteneğidir. o kendisine en berbat durumda bile dönüp bakabilen, benim de hatalarım oldu diyebilen, bir ilişkiyi kurtarmak için hiç yan yollara sapmadan direkt koşan biri. o sevmek isteyen biri işte. siz bunu istediğinizde her şey tamam, önemli olan o istek.

çünkü görüyoruz ki sonrasında o istek bir şekilde hayat buluyor. eski karısıyla da, başka bir kadınla da. kendisi, kendi gibi kendisini seveni seçiyor sonunda, o ayrı. ama işe yarıyor yani.


o noktada birinde ısrar etmenin nasıl elzem bir şey olduğunu anlatıyor film

"sevmek ısrar etmek işidir. karşıya değil, içinde bulunduğun duyguya. o duyguyu tanıyınca ve emin olunca sıkı sıkı tutunmalı ve ayak diretmeli. sonunu görebileceğini zannetmeden, yaşanmayan bir şeyi kurgulamaya çalışmadan, yaşanması için küçük fırsatlar yaratarak, o küçük fırsatları büyükçe değerlendirerek, en önemlisi de asla karamsarlığa kapılmadan deli cesaretiyle gülümseyerek" diyor.


ha bir de, "deliyim delisin deliyiz" mesajı veriyor

hayat hep mükemmeli arar, insanlar kendilerine elbise biçer gibi kişi seçiyor, bu bende durmaz, bu beni taşımaz diyor. ne bedbaht hikayeler. halbuki her kişinin kendini var etmesi için uygun bir alan var. bir izin ver de bahçe olsun orası.


bütün aşkın dışında, bir de arkasında kaya gibi bir ailesi var adamın

bu o kadar can alıcı bir nokta ki, bütün filmin de dayandığı o sanki. o adamın o yaşta, hala odasına bir şeyler hazırlayıp getiren, mutlu olabilir belki diye ona ilgisi olan kıza oğlunun yürüyüş saatlerini söyleyen bi annesi, kendisini maçın uğuru olarak gören bi babası var. içinin içtenliği çatısından başlıyor. o zaman daha gözü kara olur insan. çöp poşetiyle de koşar, dehşet ernest hemingway'in kitabına isyan da eder, bu ne boktan son yazmaktır diye. mutlu olma ihtiyacı var ve bunu saklamadan yaşıyor.

ve sonunda- ya da başında hayatın- tıpkı kendisi gibi etrafı önemsemeyen ve tek derdi olduğu gibi mutlu olmak olan bir kadına rastlıyor. belki burası biraz şanstır (:

filmde üstüne basa basa kaç kez gösterilmesine rağmen bir kişinin bile bahsetmediği bir olay daha var

bu da yönetmenin gözümüze sokarak yaptığı amerikan hayatı eleştirisi. sürekli işini kaybeden insanlardan, bu nedenle psikolojisi bozulanlara, birbirinin yüzüne gülen insanların arkadan söylediği sözlere, morali çok bozuk olan birinin ipod alınca moralinin birden düzelmesine, insanların dünyada olan bitenden haber olmayıp hayatlarını amerikan futbolunu izlemeye adamalarına, barda sarhoş olan insanların sevgililerini unutup farklı bir kimliğe bürünmelerine, çiftlerin çoğunun mutsuz evlilik yaşamaları ya da boşanmalarına kadar en ince detaylara kadar amerikan insanın yaşadığı hayat abartısız ve eksiksiz gösterilmiş. sırf bu durum bile filmin farklı olduğunu, sonu başından tahmin edilse bile izlenebilirliğini hiç kaybetmemesini sağlıyor.