Son Dönemin Öne Çıkan Romantik Filmlerinden We Live In Time'ın İncelemesi

Başrollerini en iyi Peter Parker olarak hafızalarımızda ilelebet kalacak olan Andrew Garfield ve Florence Pugh'un paylaştığı John Crowley filmi We Live In Time (Son Ana Kadar) vizyonda. Filme dair nefis bir kritiği bu vesileyle paylaşmak istedik.
Son Dönemin Öne Çıkan Romantik Filmlerinden We Live In Time'ın İncelemesi

boy a ve brooklyn filmleriyle önemli bir isim haline gelen john crowley, yönetmenliğini yaptığı yeni filmi we live ın time ile geri döndü. the goldfinch‘in başarısızlığının ardından 5 yıl sinemadan uzak kalan crowley, bu kez çok daha iyi bir filmle karşımızda. the last letter from your lover‘ın yazarlarından biri olan nick payne, filmin senaristliğini üstlenirken, başrollerde ise andrew garfield ve florence pugh yer alıyor.

toronto uluslararası film festivalinde dünya prömiyerini yapan, genel olarak iyi yorumlar alan we live ın time, övgüler bazında özellikle oyuncu performanslarıyla ön plana çıktı. film, ülkemizde ise 18 ekim’de vizyona girdi.

Uyarı: Buradan sonrası spoiler içerir.


yaşamın kaçınılmaz sonu olan ölüm

we live ın time, şans eseri bir karşılaşmayla hayatları değişen, gelecek vaat eden bir şef ve yeni boşanmış bir adamın hikayesini konu ediyor. geleceği parlak bir şef olan almut ile yeni boşanmış, hayatının kötü bir döneminde olan tobias’ın yolları absürt biçimde kesişir. birlikte geçirdikleri zamandan kesitler, hayatlarını temelden sarsacak bir gerçeği ortaya çıkarır. zamanın sınırlarını zorlayan bir yolculuğa çıktıklarında, almut ve tobias, her anın kıymetini bilmeyi öğrenir. izleyiciler ise kendilerini 10 yıla yayılan, etkileyici bir romantizm içinde bulurlar.

we live ın time, yaşamın kaçınılmaz sonu olan ölümün ve bununla yüzleşmenin duygusal yolculuğunu, nazik ve melankolik bir şekilde anlatıyor. yönetmen john crowley, zamanlar arası sıçramalarla izleyiciye bir çiftin ilişkisi üzerinden, aşk, kayıp ve kabullenişin aşamalarını sunuyor. filmin temelinde, karakterlerin hayatlarının en mutlu ve en acı verici anları arasında gidip gelen bir anlatı var. almut ve tobias’ın bir sahnede çocuk sahibi olma konusundaki anlaşmazlıkları, bir sonraki sahnede kızlarına olan sevgileriyle dengeleniyor. bu geçişler, karakterlerin yaşadığı duygusal dalgalanmaları gerçekçi ve etkileyici biçimde yansıtıyor.

filmde almut’un hastalığı, ilişkilerinin her anına sinmiş bir gölge misali, sürekli olarak varlık gösteriyor. ancak filmin kurgusu sayesinde bu karanlık, mutluluk anlarıyla dengeleniyor ve asla yapaylık hissettirmiyor. bu, filmin kasvetli bir havaya bürünmesini engelleyip, izleyiciyi duygusal olarak hem etkileyen hem de besleyen bir anlatım sunmasını sağlıyor. izleyici, bir sahnede almut ve tobias’ın zorlayıcı bir tartışmasına tanık olurken, hemen sonrasında onları kızlarıyla neşeli ve sevgi dolu anlar yaşarken görüyor. bu inişli çıkışlı yapı, filmin izleyiciyi içine çeken duygusal deneyimini daha da güçlü ve gerçekçi kılıyor.

crowley, bu geçişlerle sadece bir çiftin hikâyesini değil, aynı zamanda yaşamın kendi belirsizliğini ve karmaşıklığını da anlatıyor. duygusal ağırlığı yüksek sahneler, hayatın hem acı hem de neşeli anlarının her an birbirinin yerine geçebileceği gerçeğini izleyiciye etkili bir şekilde hissettiriyor. bu etkili anlatı, karakterlerin duygusal gelişimini daha altı dolu şekilde anlamamıza yardımcı oluyor, böylece film bir aşk hikâyesinden öteye geçerek daha evrensel bir tema olan insanın yaşamla mücadelesini ele alıyor. filmde geçen, “harika geçen 6 mükemmel ay mı, yoksa tedavinin başarılı olacağının garantisi olmadan geçirilen 12 berbat, sıkıcı ay mı?” sorusu, hikâyenin temel teması olarak öne çıkıyor ve seyirciye hayatın geçiciliği üzerine düşündürüyor.


hafıza, miras ve ilişkilerimizi tanımlayan seçimler

we live ın time, zamanlar arasında sıçrayan yapısıyla izleyiciyi sıradan bir aşk hikâyesinin ötesine taşıyor. hikaye ilerledikçe, anıların değeri azalmaya başlıyor ve çiftin zamanlarının tükenmekte olduğu gerçeği daha da belirgin hale geliyor. ancak crowley, acı ve sihrin dengelendiği bir dünya sunuyor; kaybın kaçınılmazlığını gösterirken, aynı zamanda yaşamın her anının kıymetini de hatırlatıyor. almut ve tobias’ın hikâyesi, hem romantik hem trajik unsurlar içeriyor fakat filmin bu unsurları işleyişi, basit bir dramdan daha fazlasını sunuyor.

film, hafıza, miras ve ilişkilerimizi tanımlayan seçimler gibi derin soruları gündeme getiriyor. bir insanın hatırlanması ne anlama gelir? verdiğimiz kararlar (bağlılık, çocuk sahibi olmak, kariyer ve sağlık gibi) hayatımızı ve sevdiklerimizle olan ilişkilerimizi nasıl şekillendirir? we live ın time, bu soruları hayatın geçici doğasını vurgulayarak işliyor. izleyiciye, hepimizin insan olduğunu ve yaşamın iniş çıkışlarıyla mücadele ettiğimizi hatırlatıyor. filmdeki bu temalar, izleyiciye hayatın karmaşıklığını ve sevgi, kayıp, yas gibi evrensel duyguların hepimizi nasıl etkilediğini güçlü bir şekilde hissettiriyor.

filmdeki duygusal yoğunluk, özellikle aşk ve kaybın ele alınışında derin bir özgünlük barındırıyor. filmin hikâyesi aşina olduğumuz romantik ve trajik unsurlara sahip olsa da, anlatım tarzı hikayeyi benzerlerinden ayırıyor. zamanlar arasında yapılan geçişler, basit anların getirdiği sevinçleri ve zorlu zamanlarda güçlü kalmanın gerekliliğini derinlemesine keşfetme olanağı sağlıyor. almut’un hastalığı karşısındaki çaresizlik ve tobias’ın sevdiği kadını kaybetme korkusu, film boyunca izleyiciyi etkileyen başlıca duygular oluyor. ancak film, bu zorlu konuları işlerken aşırıya kaçmadan, abartısız bir şekilde sunmayı başarıyor.

yas, yalnızca acıyla sınırlı değildir

garfield’ın bir programda yas üzerine söyledikleri, filmin duygusal derinliğiyle mükemmel bir uyum sağlıyor: “üzgün olmak bir hediye… bu, birini gerçekten sevdiğin anlamına gelir, çünkü onları özlüyorsun.” we live in time, bu duyguyu mükemmel bir şekilde yakalıyor. yas ve sevgi, filmde yapmacık veya aşırıya kaçmadan, doğal bir akışla işleniyor. film, izleyiciyi duygusal olarak sarsarken aynı zamanda sevginin iyileştirici gücünü de hatırlatıyor.

Mevzubahis program: Andrew Garfield & Elmo


kendi yaşamında sevdiği birini kaybetmiş veya hayatın geçiciliği üzerine düşünmüş herkes için we live ın time, derin bir yankı uyandıracak. filmin keşfettiği aşk, kayıp ve hayatın kaçınılmaz dönüşümleri, izleyiciye dokunaklı bir deneyim sunuyor. filmin sonunda, izleyici sadece tobias ve almut’un hikâyesine tanık olmuyor, aynı zamanda kendi hayatındaki önemli anlar üzerine de düşünmeye başlıyor. we live in time, hayatın en küçük seçimlerinin bile büyük sonuçlar doğurabileceğini, sevginin zamanla değişebileceğini ve hayatın akışına uyum sağlamamız gerektiğini hatırlatıyor.

yas, yalnızca acıyla sınırlı değildir; aynı zamanda bir yenilenme ve içe dönme sürecidir. biz, sevdiğimizi kaybettiğimizde, geride kalan dünyayla yeniden bağ kurmayı öğreniriz. her bir kayıp, hayatın geçiciliğini daha da keskin bir şekilde fark etmemize yol açar ve bu farkındalıkla yeni bir bakış açısı geliştiririz. we live ın time, işte bu geçiş dönemine odaklanarak kaybın ve yasın evrenselliğini vurguluyor. film, yasın sadece bir son değil, aynı zamanda yaşamın devam eden bir parçası olduğunu gösteriyor. tobias ve almut’un hikâyesi, sevginin zamanla nasıl değiştiğini ve kayıpların, sevginin derinleşmesine nasıl katkıda bulunduğunu anlamamıza yardımcı oluyor.


kaybettiklerimizle kurduğumuz bağ, anılarda var olmaktan öteye geçer

yas üzerine virginia woolf’un mrs. dalloway’deki düşünceleri de bu noktada akla gelebilir. woolf, karakterlerin iç dünyasında yasın ve kayıpların sürekli bir yankı olarak var olduğunu gösterir; “anıların insana tekrar ve tekrar döneceğini, geçmişin bugüne nüfuz edeceğini” vurgular. yas, asla tamamen bitmeyen bir süreçtir; hayatımıza şekil veren, kimliğimizi belirleyen bir güçtür. we live ın time, izleyiciye tam da bu gücü hatırlatıyor ve her kayıptan sonra yeniden inşa edilen bir benlik olduğunu anlatıyor.

kaybettiklerimizle kurduğumuz bağ, anılarda var olmaktan öteye geçer; böylelikle hayatımızın geri kalanını onlarla nasıl yaşayacağımızı da belirler. we live ın time, bu bağın gücü üzerine yarattığı olay örgüsünde birbirinden özel anlar yaratarak, kaybın gerçekliğine yaklaştıkça, kaybın geleceğini kabullendikçe ortaya çıkan değişimler üzerinden bir çeşit içsel bakış da sağlıyor.

florence pugh ve andrew garfield arasındaki kimya ise filmin ruhunu oluşturan unsurlardan biri haline geliyor. ikisinin arasındaki bu doğal uyum, bryce dessner’ın müziğiyle de destekleniyor. dessner’ın müziği, genellikle neşeli bir hava yaratıyor ve filmin duygularını sömürmekten kaçınıyor. ikili, ekranda oynadıkları her sahnede birbirini tamamlıyor ve bu uyum, filmin duygusal ağırlığını taşımalarını sağlıyor. özellikle pugh’un performansı, yılın en iyilerinden biri olarak öne çıkarken, garfield’ın performansındaki duygusal çeşitlilik ise filme gerçekçilik katıyor. bu iki muazzam oyuncu, aşkın merhamet, empati ve fedakarlık üzerine kurulu olan özünü ekrana yansıtmayı başarıyorlar.

kaynak: arakatmag / aşk, kayıp ve hayatın geçiciliği