Tarihten Açıklayıcı Örneklerle: Emperyalizm Tam Olarak Nedir ve Neyi Amaçlar?
bu yazımda, emperyalizm konseptinin tam olarak ne olduğunu, nelerden kaynaklandığı yönünde bulunan teorileri, bu teorilerin kritiklerini ve waltz’in üç imgesi tarzı belirlenmiş standartlarının ışığındaki analizini yapmaya çalışacağım. bunları yaparken tarihi gerçeklere de yer vereceğim gibi, daha çok dünyanın emperyalizm zamanlarındaki halinin anlaşılması ve olaya bu şekilde bakılması, önyargısız incelenmesi için birtakım detaylara gireceğim. birtakım noktalarda da konu üzerindeki kendi fikrimi belirtebilirim.
emperyalizm denince muhtemelen akla gelecek ilk ve en keskin örnek, afrika’nın kolonileştirilmesi olmalıdır. dünya çapında emperyalizmin en bariz bir biçimde yapıldığı kıta olan afrika, aynı zamanda en el değmemiş kıtalardan biri olma özelliğini de taşıdığı için batıdan gelecek olan emperyalist güçlerin sömürüsüne büyük ölçüde açık olmuştur. bu yüzden afrika’yı öncelikli olarak incelersek, muhtemelen daha sağlıklı bir kanıya varabiliriz genel bağlamda.
19. yüzyıl öncesinde afrika’nın %90’ının egemenliği yine afrika yerlilerinin elindeydi
ancak bu yüzyılda hız kazanmaya başlamış olan emperyalist hareketler neticesinde, 20. yüzyıl’a gelindiğinde liberya ve etiyopya dışında bütün afrika tamamıyla batı medeniyetlerinin kolonisi haline gelmişti.
batı medeniyetleri, yani avrupalılar, afrika kıtasını yalnızca harita üzerindeki çizgilerden ibaret olarak görüyorlardı. yani, harita üzerinde sınırları çizip belirlemek, bir aristokrata doğum günü hediyesi olarak kolonilerden bir parçanın harita üzerinde verilmesi ve bu tür harita üzerindeki sembolik dağıtım, gayet yaygındı. nitekim kilimanjaro dağı, birçok defa bu “doğum günü hediyesi” olayı nedeniyle aristokratlar arasında birbirlerine hediye edilmiştir. trajikomik bir olaydır, ancak avrupalılar’ın afrika’yı nasıl gördüklerini iyi bir biçimde özetler.
etiyopya, birinci dünya savaşı öncesinde artık afrika’da koloni edinmesi gerektiğini hisseden italya tarafından saldırıya uğramasına rağmen italya’yı alt etmesini bilir ve muhtemelen daha uzun seneler boyunca tek kolonileşmemiş bölge olarak kalır. ancak birinci dünya savaşı sonrasında nispeten daha da güçlenen italya, bu sefer etiyopya’yı kolonize eder.
bu zamanlarda bütün dünya çapında yeni emperyalist devletler ortaya çıkmaya başlamıştır
güç dengesi nedeniyle ortaya çıkan bu yeni güçlerin en başında olanlar, japonya, almanya ve amerika birleşik devletleri’dir. tabii ki ingiltere de halen daha eski emperyalist gücünü korumakta ve “üstünde güneşin batmadığı imparatorluklarını” sürdürmektedirler bu dönemlerde. ancak bu yeni emperyalist akımlar ile ortaya, kolonilerlen baş etmek namına tamamıyla brutal yöntemler de çıkmaya başlar. topraklar, üstünde yaşayan insanlara pek saygı duyulmaksızın yönetilmeye başlanmıştır yeni emperyalist sistem altında. bu da genel bağlamda 19. yüzyıl sonları ve 20. yüzyıl başlarına tekabül eder.
marksizm (aslında karl marx’ın kendisi diyelim buna daha çok) ve liberalizm yandaşları, emperyalizm kavramının kaynağını tamamıyla kapitalizm ile açıklamayı severler. onlara göre emperyalizmin oluşumu kapitalizmin varlığı nedeniyle olmuştur. yine bu görüşe göre (özellikle liberal kesim) emperyalizm kapitalizmin çarpıtılmış haldiri, ancak bir şekilde düzeltilebilir ve “önüne geçilemeyecek” ölçüde büyük bir sorun teşkil etmemektedir. yine de emperyalizmin, kapitalizm var olduğu sürece var olacağını savunan kişi karl marx’tır ve ona göre bu düzeltilemez, geri dönülemez.
yaklaşık olarak 1880 ila 1940 yılları arasındaki dönemde dünya üzerindeki mevcut bütün kapitalist ülkeler büyük ekonomik problemler ile yüz yüzeydiler. özellikle de büyük buhran dönemi olarak da adlandırılan 1920’li yıllarda bu kendini tam anlamıylan almanya ve abd’de göstermeye başlamış olsa da, ekonomik problemler bu tarihten önce de büyük ölçüde mevcuttur.
bu ekonomik problemlerin üstesinden gelmek için en uygun çözüm olarak da yine uluslararası ticaret fikri benimsenmeye başlanır. karl marx ve liberal kesimlerin düşüncelerinin ortak noktasında ise bu yatmaktadır zaten. zira onlara göre kapitalizm, sonuç itibarıyla çok fazla, gereğinden fazla üretilmesine, ancak bu üretimi kompanse edecek derecede tüketilmemesine ve üretilen fazladan malların büyük ölçüde “çöpe gitmesine” neden olmaktadır. pek tabii ki kapitalizmin bir getirisi olan bu çöpe giden malları en iyi şekilde değerlendirmek için uluslararası ticaret yapılacaktır. bunu yapmanın en kolay yolu da yine bu görüşlerin belirttiği üzere emperyalizm’dir.
öyle ki birçok insan olabildiğince zenginleşmekte, ancak işçi sınıfı olabildiğince fakirleşmektedir. zengin kesim de aslında kazançlarının çok büyük bir kısmını yatırıma harcarlar veya “yastık altında” tutarlar. bunun sonucunda da büyük bir gelir dengesizliği oluşur, çünkü elde edilen para ekonomiye geri dönmemekte, üretilen mallar satılamamaktadır.
bu noktada tekrardan karl marx’ın fikirleri ön plana çıkmaktadır
kendisine göre rekabet ve teknoloji, büyük ölçüde işyerlerinde makineleşmeye geçilmesine sebep olmaktadır (aynı savı ricardo da savunmuştur). bu da büyük ölçüde işçinin işini elinden almakta, işçinin iş gücünün değerini düşürmektedir. büyük ölçüde işsizliği, bir de daha önce anlattığım “fazladan üretim” nedeniyle oluşan gelir dengesizliği ile birleştirirseniz ortaya aşırı bir biçimde ezilmekte olan bir proletaryadan başka ne çıkabilir ki?
ancak asıl olan şudur ki, insanların iş gücü, bir malın değerine değer katmaktadır. bu kesin olarak kabul görmektedir birçok ekonomist tarafından. şöyle bir durum vardır ki, kapitalizmin bir getirisi olan fazladan mallar ve teknoloji ile getirilen makineler yüzünden değeri düşen mallardan artık kapitalist kesim zarar etmeye başlamıştır. kar oranları düşmeye başlamıştır. bu gibi bir durumda, eğer fabrikada insan gücü çalıştırılıyorsa, onların maaşlarında yapılacak oynamalar ile tekrardan kar dengesi elde edilebilir. makineler ile bu yapılamaz.
ortaya çıkan bu kadar büyük bir işsizliğin sonucunda da büyük ölçüde insanlar artık başka kolonilere göç etmeye başlayacaklardır. böylece kolonilere yerleşen bu işçi sınıfı çalışıp üretecek, anavatanda makineler tarafından üretilen ve ellerinde fazladan kalan ucuz mallar, olması gereken fiyatın da üstünde kolonilere satılacak, kolonilerde yapılan yatırımlar ile de oralarda yavaş yavaş gelişme olacağından, koloniler de anavatanı doğal kaynağa boğacaklardır.
lüksemburg örneğini burada vermek gerekmektedir
bu ufak devlet, zamanında daha çok kapitalizm tarafından yönlendirilen bir sosyal yapıya sahiptir. kendisinin kolonileri mevcut olmadığından dolayı ise ellerinde birikmeye başlayan fazladan malları satacak bir yer bulamazlar ve üçüncü dünya ülkeleri de dediğimiz kolonilere doğru açılırlar. zira bu kolonilerde insan emeği ile yapılmış mallar mevcuttur ve daha bir değer sahibidirler, fakat yine de daha ucuza alınabilmektedirler! niçin böyle bir durumda avrupa ile ticarete girilsin ki?
işte emperyalizm’in tanımı da burada ortaya çıkmaktadır: emperyalizm, elindeki nispeten pahalı ve değersiz mali, silah zoru ile kolonilerdeki değeri yüksek ama fiyatı düşük malların karşılığında ticaret yapmaktır.
bu noktada ise artık marx’ın görüşlerinden biraz daha ayrılmaya başlamış ama temelde aynı olan bir başka görüşe, leninist akıma bakmak gerekmektedir. lenin’e göre kapitalizm, para ile eşdeğerdir. kendisine göre büyük kapitalist devletler, parası pek olmayan küçük kapitalist devletleri “yutarlar”. tıpkı ufak şirketlerin, büyük şirketler tarafından satın alınması gibi. işte bu noktada da bankacılık olayı devreye girer; kapitalizmin yarattığı parayı bir şekilde tutabileceğiniz ve daha sonra da belli bir faiz ile bunu bir şekilde büyütüp yatırım yapabileceğiniz yerlere ihtiyaç duyulmaya başlanır. öyle ki, lenin’in düşüncesine göre kapitalist devletler arasında savaş kaçınılmazdır, zira bu savaşlar her zaman üstüne yatırım yapabileceğiniz daha çok arazi ve mülkiyet elde etmek için yapılmaktadır.
almanya lenin’in söylediği bu şeyi, tarihi içerisinde sayısız defa yapmıştır aslında. birçok defa diğer avrupa devletlerinin kolonizasyonunu kıskandığından, kendi içine sığamadığından ve genişlemek istediğinden dolayı almanya, koloni edinme yarışına (emperyalizm yarışı) dahil olmak istemiş, hatta avrupa kıtasında da yerler elde edip buralara yatırım yapmak istemiştir. sürekli şişmekte olan ancak artık genişleyecek bir alanı bulunmayan bir balona benzetebiliriz almanya’yı; mutlaka içinde bulunduğu odanın penceresi açılınca balon buradan dışarıya doğru taşmaya başlayacaktır. almanya, bu uğurda birinci dünya savaşı’nı çıkarmıştır. biraz daha fikir edinmek maksadıyla şu başlığa bakılabilir: (bkz: alman sorunu).
liberalizm ise birçok farklı görüş sahibidir konu üzerine
bunlar arasındaki en iyi örneklerden biri de hobson’ın emperyalizm üzerindeki görüşleridir.
kendisi, kapitalizmi dünyadaki ekonomik buhranın sebebi olarak görmektedir. bu sebepten dolayı kapitalizm emperyalizmin yapı taşlarını oluşturur. ancak kapitalizm, emperyalizmin sonuçlarını meydana çıkarmaz. kendisinin bununla demek istediği, marx’ın üzerinde bolca durduğu “kapitalizm yüzünden düşen gelir seviyesi ile ortaya çıkan emperyalizm” olayının aslında her zaman ortaya çıkmasının gerekmediği yönündedir. yani, aslında bu olayın önüne geçmek için anavatandaki işçilerin maaşlarına zam yapılabilir, böylece işçilerin çok daha fazla tüketmelerine yardımcı olunabilir (ricardo da bu konuda bir şeyler söylemiştir; “eğer işçilerinize belli bir gelir sağlamazsanız, gelecekte tüketici olacak kimse bulamazsınız”). öte yandan birtakım endüstrileri de (çelik, kömür, vb. sanayii) devletleştirme politikasının güdülmesini söylemektedir.
hobson’a göre emperyalizm aslında çok büyük bir para israfıdır. zira anavatanın dışındaki yerlere yatırım yapılacağına, anavatana yapılan yatırımların geri dönüşümü çok daha büyük olacak, yabancı yatırımların askeri bir biçimde diğer ülkelerden de korunması için bu kadar para harcanmayacak, her şey anavatanda kalacaktır.
kendisine göre emperyalizmin üç tane büyük nedeni vardır. birincisi, bir şekilde yatırım yapılabilecek alanların olmasıdır. daha önce de değindiğim gibi, bir devlet, öyle ya da böyle yatırım yapmak isteyecek ve bunun için de belli arazilere ihtiyaç duyacaktır. bunun en kolay yolu da kendi ülkesinin dışında bir araziyi kolonileştirmekten geçmektedir. ikincisi ise (özellikle avrupa için geçerlidir) kilisenin dünyaya yayılmasını sağlamaktır. aslında bunu daha önceleri 16. yüzyıl’da ispanya’nın yaptığını sansak bile, 19. ve hatta 20. yüzyıl’da bile, özellikle afrika üzerinde avrupalı devletlerin uyguladıkları hristiyan misyonerliği inanılmaz boyuttadır.
üçüncü sebebi de ayrı bir paragrafta ele almayı uygun gördüm
zira bu kendi kanaatimce gayet komik bir durum olmaklan birlikte, daha sonraları ikinci dünya savaşı gibi olayların da açıklanmasında yardımcı olabilecek bir şeydir. hobson, emperyalizmin üçüncü büyük sebebi olarak yahudiler’i göstermektedir. anavatanda bütün büyük sermayeleri ellerinde tuttuklarından dolayı yahudiler, devleti ve yahudi olmayanları, bir şekilde gelir elde etmek ve yatırım yapmak için dünyaya açılmaya itmişlerdir. “kendi evimde yahudiler bütün endüstriyi elinde tutuyor, bana yer bırakmıyorlar, bu yüzden ben de afrika’ya gider orada kendi endüstrimi kurarım” mantığı sayesinde emperyalizmin yayıldığını savunmaktadır. daha sonraları almanya’nın anti semitizm hareketlerinde bu fikir oldukça açık (ve brutal) bir biçimde ortaya konulmuştur sanıyorum.
böylece hobson, aslında emperyalizmin pek de geri dönüşümünün olmadığını savunmaktadır. emperyalizmin ortaya çıkmasını da bir şekilde “iş döngüsü” adını verdiği bir olayla anlatmaktadır. özetlen denilmektedir ki, ülkeler gümrük vergilerini ve tarifeleri yükselttikçe işçiler de daha çok koloniye sahip olmak isteyecek, böylece belli bir seviyede tekel sahibi olunacak, ancak gelecekte bu tekrardan tarifelerin yükseltilmesine neden olacak ve bu böyle bir kısır döngü olarak gidecektir. bu nedenle emperyalizm, hobson’a göre gayet büyük bir israftır.
birazcık da şu ana kadar anlattığımız konuların eleştirisini yapmaya başlayalım.
bunlara öncelikle karl marx’ın görüşlerini eleştirmek ile başlayabiliriz
- öncelikle, avrupalı devletlerin kesinlikle birbirlerine yaptıkları yatırımın, kolonilere yaptıkları yatırımlardan çok daha fazla olduğu bir gerçektir. yani, dış yatırımın tamamiyle kolonilere yapılması gibi bir durum söz konusu olmadığı gibi, bu sadece eski kolonizasyon döneminde kuzey amerika’da yapılmış, ancak ondan sonra tamamiylen avrupa kıtasının kendisinde yapılmaya başlanmıştır. en büyük ekonomi, halen daha iç yatırımlar ile yönlendirilmektedir.
- marx’ın (ve birtakım liberallerin) söyledikleri gibi işçi maaşlarını sürekli yükseltmek veya alçaltmak o kadar mümkün değildir. zira günümüzde de varlıklarını devam ettiren birtakım politik unsurlar (işçi sendikaları gibi), o zamanlarda da mevcuttur ve genelde herhangi bir maaş ile oynama durumu söz konusu olduğunda hemen ortaya çıkarlar.
- insanlar, genel bağlamda aslında insan emeğinin bir mala kattığı değeri pek umursamazlar. ufak el işçiliği olmadığı sürece, bir fabrika çıkışı olan seri üretim bir malın, insan yapımı veya makine yapımı olup olmamasına pek kimse aldırmamaktadır.
- isveç ve danimarka, kapitalist oldukları halde emperyalist olmayan devletlerdir. portekiz, italya, ve hatta binlerce sene önceki roma imparatorluğu ve büyük iskender’in makedonya imparatorluğu bile kapitalist değilken emperyalist olmayı başarmışlardır. öyle ki çin bile, komünizm öncesi zamanlarda emperyalizm yapmış, daha sonra da kendisi batı emperyalizminden nasibinin almıştır. komünizm zamanındaki emperyalizm, günümüzde komünist çin’e girmekte olan kapitalizm öncesinde (mao zedong dönemi) bile mevcuttur.
- sovyetler birliği’nin kapitalizm karşıtı olduğu halde sovyet emperyalizmi yaptığı, bunun da diğer emperyalizm şekillerinden pek farklı olmadığı, birçok siyasal bilimci tarafından kabul edilmektedir.
- yüksek gümrük vergileri, her zaman emperyalizme neden olmamışlardır. zira bu vergilerden önce de emperyalizm dünyada büyük ölçüde mevcuttur.
- dekolonizasyon’a, yani ikinci dünya savaşı sonrasında, herhangi bir savaş nedeniyle kaybedilmedikleri halde bağımsız olmalarına izin verilen ve terkedilen kolonilere ne demeli? eğer emperyalizm, kapitalizmin kesin sonucu ve getirisi ise, niçin bu koloniyer emperyalizmden vazgeçildi?
ancak her sağlıklı platformda da olması gerektiği gibi, bu eleştirinin de bir öz eleştirisini yapmak gerekmekte
- öncelikle, günümüzde insanların elinde pek çok belirsiz ve şüpheli sayılabilecek doküman bulunmaktadır. bu dokümanlarda pek iyi istatistiki verilere yer verilmediğinden dolayı, geçmiş hakkında bu kadar kolay ve gözü kapalı bir şekilde yorum yapmak olanaksızdır.
- kar oranlarının yükselmesi beklentisi, emperyalizmin oluşmasına neden olmuş olabilir.
- emperyalizm, aslında hakikaten de ekonominin birçok alanda güçlenmesini sağlamış olabilir. zira sömürülen devletler ile emperyalist devletlerin günümüzdeki konumlarına baktığımızda böyle bir kanıya varabiliriz.
- belli gruplar büyük ölçülerde kar sağlamışlardır aslında bu tür kolonizasyon olaylarından. kolonilerde yaşayan insanların sırtından yüklü bir gelir elde etmiştir bu gruplar. bir şekilde de yahudilerin olayını kırmaya başarmışlardır pek çok ülkede.
- ekonomik karlılık, aslında her zaman da emperyalizmin ana sebebi olmayabilir. mesela, yemen’i bir koloni haline getirmek başlı başına epey kârsız bir işken, hindistan ile ingiltere arasında bir duraklama yeri ve stratejik nokta olmasından dolayı, geniş açıdan bakıldığında, ekonomik getirisi çok daha yüksektir.
karl marx’ın ve liberalistlerin teorilerine baktıktan sonra, emperyalizm üzerinde şimdi de realistlerin görüşlerine yer vermek gerekmektedir.
(şahsım adıma söylemem gerekirse, kendimi bir realist olarak görmekte ve aslında realistlerin söylediği birçok şeyi, liberalist ve marksistlerin söylediklerinden daha mantıklı bulmaktayım. yine de büyük ölçüde bu diğer fikirlere saygı duymakta ve bunları da birçok alanda kullanmaktayım. birçok konuda da marksist ve liberalistlerlen aynı fikirde olsam dahi, kör hümanizm yaparak bu ilginç idelojileri çarpıtanlar yüzünden de yavaş yavaş soğumaya başladığımı belirtmek isterim.)
realistlere göre, daha önceden de güç dengesi ve uluslararası güç başlıklarında da anlattığım gibi, doğal olarak güçlünün her zaman güçsüz üzerine, uluslararası anarşik ortamın verdiği olanaklar sayesinde bir şekilde baskı oluşturması sözkonusudur. güç ve güvenlik, burada on plana çıkmaktadır. güçlü devletler, güvenliklerini daha da iyi sağlamak ve yaymak için küçük devletleri ele geçirirler. “güçlü, yapabildiğini yapar. güçsüz ise yapması gerekeni yapar” sözü bunu çok iyi açıklamaktadır.
emperyalizm’in 1880'lerden sonra yaygınlaşmasının iki tane büyük sebebi vardır realistlere göre
birincisi, teknolojinin gelişmesidir. buhar ile çalışan gemiler (ironclad), raylı ulaşım sisteminin ve trenlerin yaygınlaşması, hatta tıp alanındaki ilerlemeler, büyük devletlerin kolonizasyon arzularını ve emperyalist yaklaşımlarını perçinlemiştir. ancak en önemli teknolojik gelişim, tabii ki askeri alanda olmuş, ortaya çıkan seri üretim tüfekler, makinalı tüfekler ve gelişmiş topçu birlikleri neticesinde daha da bir yaygınlaşmaya başlamıştır.
ikinci neden ise dünyanın yeni bir politik düzene geçmeye başlamasında yatar. yani realistler, ekonomik nedenlerden çok, değişen güç dengesi (güç dengesinin bozulması) olayı nedeniyle kolonizasyona ve emperyalizme önem vermeye başlarlar. avrupa’nın ortasında almanya’nın büyük bir güce kavuşmaya başlaması, italya ve almanya’nın politik bütünlüklerini sağlamaya başlamaları (birleşme yaşamaları), fransa, rusya ve ingiltere’nin aralarında ittifaka gidip almanya, avusturya, osmanlı ve italya’nın da bir diğer ittifakı oluşturması, bütün bunları körükler. ancak en önemlisi, ana kitada yapılacak olan bir genişlemenin getirdiği riskler nedeniyle, genişlemenin çok daha kolay olduğu üçüncü dünya ülkeleri’nde yaşanan genişleme politikalarıdır. ana kitada herhangi bir rekabete girmek çok büyük riskler taşımaktadır ve bu rekabeti avrupa’dan çıkarıp afrika, asya gibi yerlere taşımak, bu tür ülkeler için çok daha rahat ve güvenli bir rekabet ortamı yaratacaktır. savaş kaçınılmazdır ve savaşın getirdiği yıkımı afrika’da yaşamak, avrupa’da bir yıkıma sebep olmaktan çok daha mantıklıdır. daha sonra bu görüşün eleştirisini yapınca aslında bu kolonilerdeki rekabetin nasıl avrupa’ya sıçrayıp birinci dünya savaşı’na neden olduğunu işleyeceğim.
ingiltere, hindistan ve afrika’daki kolonilerini korumak için emperyalist politikalar izlemek “zorundadır”. “mantıklı istila” adı da verilen “pre-emptive annexation” fikri ingiltere’deki kulislerde yaygınlık kazanmaya başlar. bu, belli bir alanı korumak için diğer alanları da istila etmekten geçmektedir. demek istediğim örneği, süveyş kanalı’nda çok iyi görebilmekteyiz: ingilizler, önce süveyş kanalını ele geçirirler, ancak daha sonraları bu bölgenin güvenliğini sağlamak için kanalın etrafında ne kadar alan varsa oraları da (kar oranları çok düşük olsa bile) ele geçirirler. buna tekrardan değineceğim.
fransızlar da koloni arayışı içerisindedirler. otto von bismarck liderliğindeki prusya’ya karşı olan yenilgi nedeniyle fransa, eskisinden çok daha güçlü olmak ve bu tür bir yenilgiye bir daha sebebiyet vermemek uğruna emperyalist etkisini genişletmeye bakmıştır.
almanya ve italya da aslında koloni sahibi olmak istemişlerdir. güçlü olmak için bir imparatorluğun varlığı şart olarak görülmüştür. rusya da zaten sıcak denizlere açılmak istediğinden ve önemli limanları kontrol etmek istediğinden, bir şekilde emperyalizme her zaman dahil olmuştur (sovyet öncesi ve sonrası).
realistlere göre koloniler, aslında politik olarak da çok önemlidirler. bir koloninin varlığı, ülkeyi daha güçlü kılacak, daha güçlü gösterecektir. bunun yanında kolonilerin de bir şekilde “değerleri” vardır kendi içlerinde. özellikle de donanmanın yakıt ihtiyacını gidermek için kolonilerin varlığı kaçınılmaz bir zorunluluktur. bakır, kömür, demir, kauçuk ve petrol, kolonileşmenin en önemli sebebini teşkil eden doğal kaynaklar arasındadırlar. işte bu gibi değerler nedeniyle koloniler, herhangi bir politik takas söz konusu olduğunda, poker pulu gibi kullanılmışlardır (hani vardır ya, pullar para yerine geçerler, veya pulların kendi içlerinde değerleri vardır ve bunları da, belli bir değerleri oldukları için takas edebilirsiniz).
realistler, daha çok marx’ın tanımlayamadığı ve açık bıraktığı yerleri anlatmakta başarılıdırlar. marx’ın görüşlerini tamamen yok saymaktan ziyade, onun boş bıraktığı alanları doldurmayı severler.
bunların başında, kapitalizm olmadan önceki zamanlarda (roma, antik mısır, ve benzeri endüstriyel olmayan imparatorluklar) da emperyalizmin olduğunu açıklamak gelir. öte yandan ekonomik çıkarların her zaman emperyalizmin ana nedeni olmadığını da iyi bir şekilde anlatabilirler.
ikinci dünya savaşı sonrasındaki dekolonizasyon dönemini de açıklayabilirler nitekim. realistler, savaştan sonra bir devletin daha fazla arazi sahibi olmasının artık o kadar önemli olmadığını, bunun yerine daha bir teknolojik seviyeye ihtiyacı olduğunu ve bunu da eğitimli bir toplum ile sağlayabileceklerini savunurlar. öyle ki, özgürlük, bir şekilde zenginliği de beraberinde getirecektir. özgür olan birey kar elde edecek ve ticarete açık olacaktır. emperyalizm altında bu kimselerin özgürlüklerini doğrudan kısıtlamak, günümüz dünyasında artık mevcut değildir.
emperyalizmin günümüzde niçin geri gelmeye başladığını da realistler iyi bir şekilde açıklamaktadırlar
afganistan ve ırak’daki durumu örnek gösterebiliriz buna. birçok ülke, abd için birer “tehdit” unsuru teşkil etmektedirler. bu nedenle herhangi bir şekilde bu ülkelere emperyalizm uygulamak, gelecekteki tehlikelerin azalmasına yardımcı olacaktır. pek tabii ki bu emperyalizmin aslında daha çok tehdit yarattığı yönündeki fikirler, realistler tarafından “emperyalizmin yanlış uygulanması” olarak da yorumlanmaktadır birçok sefer (yani “sadece askerleri gönderip bir ülkeyi ele geçirmek ile olmuyor bu işler” demeye çalışmaktadırlar).
robinson ve gallagher, iki ünlü ingiliz siyasal teorist, birçok gerçek doküman ve istatistiki bilgi kullanarak emperyalizmin yapısını incelemiş ve bunun hakkında birçok doküman yazmışlardır. başlıca vardıkları kanıları şimdi inceleyelim:
öncelikle, 1870’li yıllardan sonra ortaya yeni bir emperyalizm şeklinin çıkmadığını savunmaktadırlar. bunu da “güdüler aynı, uygulanış tarzları ve nedenleri farklı” olarak yorumlarlar. zira artık “daha fazla ülkeyi kolonize et, daha çok güç topla” fikrinden çok, “daha çok ülkeyi emperyalizm ağının içine al, daha çok güç topla” fikri yaygındır. yine de güdüler aynıdır: daha çok güç toplamak.
kolonizasyon yöntemleri, aslında “gayriresmi”’den “resmi” uygulanış şekillerine bir terfi geçirmişlerdir. yani, eski sistemdeki gayriresmi koloni kontrolü (yönetimin halen daha halkın elinde olması durumu) yok olmuş, yerine tamamiylen resmi bir şekilde kraliyet tarafından doğrudan yönetimler gelmeye başlamıştır.
bu resmiyet farkı, aslında avrupa’daki değişimlerden çok, kolonilerdeki değişimlerden ötürü ortaya çıkmıştır. özellikle afrika’da bunu çok iyi görmekteyiz. afrika’da iki çeşit değişim olmuştur kendilerine göre. bunlardan birincisi, eski emperyalizmin tamamıyla afrika halklarının yönetim kültürünü yok ettiğini savunur. bunun sonucunda da artık yavaş yavaş stabiliteyi sağlamak adına güç kullanımı devreye girer. ikinci değişim ise, avrupa’nın kolonilerinin artık kendi kendilerine de genişlemeye başlamasıdır. buna “sub-imperialism” adını vermektedirler; güney afrika cumhuriyeti, her ne kadar ingiltere’ye bağlı olsa da eski dönemlerde, yine de kendi kendine genişlemeye başlamıştı.
afrika’daki problemler, avrupa’da da sorunlara yol açmaya başlamıştı. öyle ki, herhangi bir şekilde olaya müdahale edilmediği sürece ya almanlar kolonize edecekler, ya da fransızlar bu kolonileri ele geçireceklerdi!
verilen en ilginç ve güzel örneklerden bir tanesi de mısır üzerinedir. öncelikle hem ingiltere hem de fransa tarafından kolonize edilmiş bir yerdir, zira burada süveyş kanalı bulunmaktadır. her iki tarafın da kanal üzerine bir şekilde kontrolleri mevcuttur. mısır’da o dönemlerde yerel bir yönetim söz konusudur ancak bu yönetim gayet gayriresmi bir şekilde ülkeyi yönettiğinden, birçok problemler çıkmıştır. ingilizler ve fransızlar da bu bölgeyi aslında o kadar da kötü bir şekilde idare etmemişlerdir.
o vakitler osmanlı imparatorluğu da artık çok güçsüz hale gelmiş bir imparatorluktur. bu yüzden mısır’da büyük ölçüde milliyetçi hareketler söz konusu olmuş, mısır’ın egemenliği kaybedilmiştir. bunun üzerine fransızlar ve ingilizler, tamamiylen bölgenin egemenliğini ele geçirmişler ve bir anayasa yaratmışlardır.
ancak bu anayasanın sonucunda büyük isyanlar ortaya çıkmıştır. hem ingilizler, hem de fransızlar bu isyanları bastırmak için anlaşmış olsalar dahi, fransızlar daha sonra yardımlarını tamamen çekmişler, bu nedenle bölgenin sorununu tamamen ingilizler’e devretmişlerdir. pek tabi bu ingilizler’i çok mutlu etmiştir, zira artık süveyş kanalı üzerindeki hakimiyet tamamiylen onların eline geçmiştir.
böylece ingilizler isyanı bastırırlar ve bir kukla rejim koyarlar. fransızlar bu olaya tabii ki çok sinirlenirler, zira kendileri, ingiltere’nin bu isyanı bastıramayacağını düşünmektedirler. böylece afrika’daki güçlerini arttırmaya çalışırlar. almanlar da bu durumdan haberdar olduklarından, onlar da afrika’daki güçlerini arttırırlar.
böylece ingilizler, kendi çıkarlarını kurtarmak için öyle ya da böyle olaya kendilerini dahil etmek zorunda hissetmişlerdir. öyle ki, daha sonraları kanalın etrafındaki arazileri de ele geçirerek kanalın güvenliğini çok daha büyük ölçülerde sağlamayı başarmışlardır.
gallagher ve robinson, tamamıyla ingilizler’in dokümanlarına dayanarak bu fikirlerini yürütmüşlerdir, bu nedenle büyük ölçüde tek taraflı olduğunu düşünebiliriz. gerçi gayet de doğru bilgiler olsalar bile, birtakım detaylar abartılmış olabilmektedir bu tür kaynaklarda.
son olarak realizm ve marksizm arasındaki emperyalizm görüşü üzerine olan farkları bir defa daha özetlemek istiyorum
aralarındaki tek ortak nokta olarak “güçlünün güçsüz üzerindeki genişleme politikası” fikri olduğunu söyledikten sonra, üç büyük alanda farklılıkların göze çarptığını da yinelemek gerekir.
birincisi, kapitalizm ve güç kuramlarının farkıdır. marksistler, emperyalizmin sebebini kapitalizm olarak görmekte, ancak realistler konuyu daha çok stratejik güç elde etme olarak yorumlamaktadırlar.
ikincisi de ekonomi üzerine olan farklılıklardır. marksistler, ekonomik güçlenmenin, aslında kapitalizmin açtığı yaraları sarmak için yapılan birşey olduğunu ve bunun da emperyalizm ile sonuçlandığını savunurlarken realistler, ekonomik güçlenmenin aslında kendi içinde bitmediğini ve bir ülkenin gücünün arttırmasının, ekonomik gücünü arttırması ile doğru orantılı olduğunu savunurlar (bkz: uluslararası güç).
üçüncüsü ise, devletin yapısı ile sistemin yapısı üzerindeki düşüncelerin farkında yatar. marksistler, ülkenin yönetim biçiminin pek önemli olmadığını ve eninde sonunda kapitalist olan her devletin emperyalist olmak isteyeceğini söylerler. realistler ise, bunu tamamiylen güç dengesi içerisinde bir devletin daha da güçlenmeye çalışması olarak algılarlar.
bütün bu realist, marksist ve liberalist yaklaşımların yanında birçok farklı şekilde de emperyalizm ele alınabilir. birçok insan emperyalizmi, ahlaki yönden eleştirirken, bir kısım insan da aslında bunun hristiyanlığı yaymak için yapıldığını söyleyebilir. öte yandan batı medeniyetinden olmayan ülkelere medeniyetin götürülmesi olarak da görülebilir. şahsım adına bu fikirleri pek gerçekçi bulmamaktayım, tabii ki herkesin kendi fikri kendinedir...