The Whale Filmindeki Charlie ve Yaşadığı Şeyler, ABD'yi Temsil Ediyor Olabilir mi?

Brendan Fraser'ın performansıyla dikkat çeken son Aronofsky filmini farklı bir açıdan okuyalım.
The Whale Filmindeki Charlie ve Yaşadığı Şeyler, ABD'yi Temsil Ediyor Olabilir mi?

filmi izledikten sonra hakkında bir okuma yapmadım. belki üzerine konuşulmuştur, tartışılmıştır ama onlardan bağımsız olarak kendi yakaladıklarımı yazayım. alakası yoksa da “benim hüsn-ü kuruntummuş” der geçerim.

baştan uyarımı yapayım. yazacaklarım spoiler içerir. mümkünse izledikten sonra okuyun bundan sonraki kısmı.

ben charlie’yi amerika birleşik devletleri’nin sembolize edilmesi olarak düşündüm. zaten isim seçimi bile kendini ele veriyor. charlie amerikan askerlerinin telsiz kodlarında sembolik bir isimdir. daha uygun bir isim düşünülemezdi. sam diyebilirsiniz. o da olabilirdi belki ama charlie daha uygun gibi.

obez, yedikçe doymayan, artık hareket kabiliyetini yitirme derecesine gelen ama bu “semirme” işinden vazgeçmeyen insanı bir ülke olarak düşünün. bunun geçmişte bir örneği osmanlı imparatorluğu’ydu. semirdi, semirdi ve bu “şişmanlığa” dayanamayıp bazı noktalarda aciz kaldı, yönetim kabiliyetini yitirdi, hantallaştı; duraklama, gerileme derken çöktü gitti. modern örneği de dünyanın en güçlü kapitalist ülkesi olan, yemeye doymayan, artık başka coğrafyalarda güç yarıştıran, büyümesinin sınırları olmayan; bunun getirdiği olumsuzlukları da başına bela eden amerika. the whale aslında charlie’nin bedeninde amerika. amerika’nın da bu büyümeye, genişlemeye damarları yetmeyecek, bir yerde nefesi kesilecek, kalp krizi geçirecek, bu anormal tansiyonu kaldıramayacak ama buna rağmen charlie gibi yemeye devam ediyor. bir nevi intihar bu. belki charlie’nin kusana kadar evde ne var ne yok yediği midemizi kaldıran bölüm, atom bombalarının ya da 11 eylül sonrası politikanın bir aynası olabilir.


bana bunu düşündüren diğer nokta da misyoner çocukla charlie’nin kızı arasındaki çatışma. the whale/charlie/amerika bir yandan dinle diyalog/müzakeresini yürütürken diğer taraftan zamanında terk ettiği bilime kendini affettirmeye çalışıyor. kaynaklarını tamamen oraya aktarmaya çoktan karar vermiş zaten. charlie devamlı kızının ne kadar zeki olduğunu vurguluyor film boyunca. çevresi hatta öz annesi tarafından şeytan gibi görülse de gerçek “iyi”nin o olduğunu, kimsenin onu anlamadığını söylüyor. bu da din ile bilim arasındaki kavganın bir tezahürü. evrimciler ve yaratılışçılar gibi. mesihçiler ve astronomlar (veya biyologlar) gibi. hatta yönetmen de tercihini bilimden yana yapıyor sanki. çünkü misyoner çocuk hırsızlık yapmış. dincilerin ahlak normları olmadığını savunuyor.


pizzacı çocuk film boyunca charlie’yle yani amerika’yla dışardan konuşuyor. bu çocuk amerika’da yaşamayan ama kendisine amerika’nın rüya gibi bir ülke olduğu dikte edilmiş üçüncü dünya ülkesi vatandaşlarını aynalıyor. dışardan konuşurken charlie bu çocuğun hayalinde ses tonunun da etkisiyle gayet karizmatik biri. ama filmin sonunda merak edip amerika’yı incelediğinde ya da amerika’ya taşındığında yani kapıdan çıkan o dev, çirkin adamı gördüğünde ülkenin gerçek yüzüyle karşılaşıyor ve hayal kırıklığına uğruyor. kafasındaki amerika rüyası bir anda kabusa dönüyor.


the whale tedaviyi reddediyor, bu sonu bilinçli olarak tercih ediyor. yönetmen de belki amerika’nın bile isteye bu çöküşe doğru koştuğunu göstermeye çalışıyor. tüm bunları da bir asyalı göçmen olan liz’in yani dünyanın geri kalan milletlerinin şahitliğinde yapıyor. izliyor ama elinden bir şey gelmiyor. belki onun için en iyisinin bu olduğunu düşünerek müdahale etmemeyi tercih ediyor.


belki yazdıklarımın hepsi benim saçmalamalarım olabilir. ben filmi böyle okudum sadece. balinayı amerika birleşik devletleri’ne çok benzettim. o irilik, çirkinlik, ağırlık... böyleyken böyle.