Türk Edebiyatının, Edebi Olmak Adına Sıkıcı Sıkıcı Metinler Yayınlama Hastalığı
edebiyatımızdaki kara bulutlar üzerine…
geçen haftalarda twitter’da bir tweet zinciri yazdım. planlı, etkileşim almaya yönelik bir paylaşım değil, senelerdir beynimin köşesindeki rafta tozlanıp kalmış bir molotof kokteylinin gün içinde gerçekleşen birkaç sohbetle alevlenip ortalık yere atılmasından ibaret bir isyan alametiydi en fazla. türkiye’deki yayınevlerinin, özellikle büyük yayınevlerinin spekülatif kurgu ve mizah türüne takındığı önyargılı tutumun türk edebiyatını tekdüzeleştirdiğini, edebiyatın hayatın bir köşesine atılıp “mutlu azınlık” haricinde kimsenin aldırış etmediği bir sanat türüne dönüşmesinde bu önyargının da önemli bir payı olduğunu öne sürmüştüm. üç kitabı yayımlanmış bir yazardan ziyade kitaplarla otuz yılını devirmiş bir okurun sitemiydi bu. gelgelelim özel mesaj atıp desteğini sunan yazar arkadaşların sözlerinden çıkardığım kadarıyla yanlış anlaşılmışım.
tekrara düşme pahasına yazacağım: bugün çağdaş türk edebiyatı kategorisinde yayımlanan herhangi bir kurgu eseri elinize aldığınızda üç aşağı beş yukarı sizi neyin beklediğini biliyorsunuz: melankoliden, kederden, hüzünden, yoksulluktan, aşk ıstırabından, taşra sıkıntısından, kuşak çatışmasından, çocukluktan miras travmalardan, yalnızlıktan, çaresizlikten, intihara meyilden örülü, “hayat çok b.ktan!!!” diye bağıran, sanırsınız nuri bilge ceylan veya zeki demirkubuz günün birinde keşfetsin de filme çekilsin diye yazılmış bir kurgu… bazen ortada kurgu bile olmayabiliyor ya geçelim bunu, alıştığımız güzergâhtan gidelim en iyisi. ekseriyetle bizi düşündürmek, kendine yabancılaşan insanoğlunun varoluşsal girdabına sürüklemek, tutarsızlıklarımızı göstermek, adaletsizliği yüzünüze çalmak, “cinsiyet ayrımcılığı” gibi toplumumuzun utanç verici kronik meselelerini tarihe not düşüp bilinç kazandırmak için yazılmış metinler oluyor bunlar. kimi eserler hakikaten amacına uygun bir derinliğe sahipken çoğunluk türkiye’deki hâkim “yüksek edebiyat” standartlarına riayet etme telaşıyla kaleme alındığını gizleyemeyen, en kibar ifadeyle pastiş anlatıların ötesine geçmekten aciz, yakın tarihteki siyasi – toplumsal dönüşümleri, kırılma anlarını, travmaları “aman davalık olmayalım” diyerek görmezden gelmeyi tercih eden eserlerden oluşuyor. öyle ki bir kitabevinin raflarına bakınırken türk edebiyat camiasının kafanızdaki tuvalde şöyle bir sahneyle biçimlenmesi işten bile değil:
anayurt oteli’nin lobisinde herkes(in) herkesle dostmuş gibi oturup gecikmeli ankara treniyle gelen kadını beklediği bir tutunamayanlar kalabalığı…
hemen uzanmayın kılıç kabzalarına, bu kanaatteki tek kişi ben değilim. şayet tüm çevreniz edebiyatçılardan ibaret değilse şu sözü çok duymuş olmalısınız, eh en azından ben çok duydum.
“günümüz yazarları mı? bayağıdır türk edebiyatı okumuyorum ya, kim ne yazmış haberim yok valla.”
sahiden, türk edebiyatında ne olup bittiğini biz edebiyatçılar dışında kaç kişi biliyor artık?
şunun altını çizmekte fayda var: mevzubahsimiz yukarıda üstünkörü çerçevelediğim “kurşuni” temalarda eserlerin yazılıp yayımlanması değil. böyle kestirip atacak cürete sahip olsaydım son romanımı kenarda köşede tutmayı tercih ederdim.
antik çağlardan günümüze edebiyatın ana besini her zaman insanın varoluşu, hayalleri, hüsranı, ihtirası, çatışmaları ve ölümlülüğü olagelmiştir, görünen o ki dünya’nın bizden kurtulacağı o kutlu ana dek böyle devam edecek. yalnız esefle gözden kaçırdığımız bir detay var: her şey ama her şey edebiyatın meselesidir ve edebiyatın yegâne misyonu topluma ayna vazifesi görmek değildir, edebiyat bazen gülmek bazen eğlenmek bazen heyecanlanmak, özetle hayatın sıradanlığından kaçmak için sığındığımız bir mekândır da. binlerce yıl önce yıldızlı gecelerde ateş etrafında toplanan atalarımızın çocuklara anlattığı masallar, m.ö. 5.yy’da sofokles’in, aristofanes’in atina’da sahnelediği oyunlar, tüm o şövalye epikleri, kıssalar, efsaneler bizi yaşamın gerçekleri hususunda derin bir muhakemeye sokmak için değil – ki dini, toplumsal, geleneksel işlevleri vardı muhakkak – biteviye yaşamın kupkuru gerçekliğinden bir süreliğine de olsa azat olmamız için yaratıldılar. cervantes’in mahzun yüzlü şövalyesiyle bahtsız hizmetkârı asırlar sonra freud – bakhtin kılavuzluğundaki bir akademisyenin neşterini yemek için değil, o günün insanları gülüp eğlensin diye çıkmışlardı serüvenlerine. ve galiba yazarı biraz para kazansın diye…
bir okur olarak türkiye’de edebiyatın bu kadim fonksiyonunun unutulup yitiverdiğini gözlemliyorum
dramatik bir etki doğursun diye unutmak – yitmek fiillerini kullanmaktayım, aslında olan şu: “makbul edebiyat” ambalajıyla hatırda kalır bir olay bile barındırmayan, zavallı hayatların zavallı öznelerinin merkezine yerleştirildiği, çoğu okur tarafından kolaylıkla “sıkıcı” bulunmaya mukadder hüzün resitalleri bu kadim sanatın mabedinde aralıksız yankılanırken, insanları güldürmeye, eğlendirmeye, korkutmaya, meraka boğmaya namzet fantastik - mizahi - bilimkurgu - korku - alternatif tarih - distopya metinleri bırakın avluyu, edebiyat şehrinin periferisine sürgün edilmiş, her zaman değilse de ara sıra ziyaret edilmesi sorun arz etmeyen rengârenk bir sirkin “ucube”lerine dönüştü(rüldü). bu dogma öyle ürkütücü boyuttadır ki yazar adaylarının en başta hayati bir karar vermeleri gerekir. gerçekçi, insan ve toplumun tarihsel – ailevi – psikolojik sancılarının vaizliğine soyunarak buğulu camların gerisinden şehre hüzünlü bakışlar fırlatan yazar güruhunda tepelere çıkma yarışına mı koyulacaklardır yoksa “tırt edebiyat” kategorisine dahil metinler üretip twitch’te takılan, ışın kılıçlarıyla düello düzenleyip tom bombadil ıluvatar mıydı değil miydi tartışmalarında ömürleri heder olmuş bilimkurgu – fantastik edebiyat müptelalarının radarına mı gireceklerdir? birinci tercihte bulunanlar en vasat eserleriyle bile “edebiyatçı” olarak anılmaya hak kazanacak ama bunun karşılığında 1000 -3000 arası okurla avunmayı öğreneceklerdir; diğer kapıyı açanlara ise allah sabır versin, ya sıkışık bir alanda bilinirlikleriyle yetinecek ya da - ortaya gerçekten iyi bir kurgu koyabilirlerse - fazlasıyla okura ulaşacak ancak ne namlı edebiyat dergilerinin ne akademisyenlerin ne varlıkları tartışma konusu eleştirmenlerin ilgisine mazhar olacaklardır.
bunca gevezeliğin ardından nihayet yanlış anlaşıldığım noktaya gelebildik
büyük yayınevlerinin yayın çizgilerinin üstüne sifon çekip her telden kitap yayımlaması gerektiği gibi kapsayıcı, radikal bir politika değişikliği önermedim. birincisi romantik biri değilim, ikincisiyse, yapmayın ama, türkiye’deyiz, bu ülkede güzel şeylerin gerçekleşmesi için her zaman vakit erkendir. ek olarak belirtmeliyim ki, türk spekülatif kurgusunun basbayağı emekleme evresinde olduğunun da, dilden, diyalogdan, kurgudan, karakter yaratımından ve özgünlükten bihaber yazarların bu marjinal köşeye istiflendiğinin de, kumaşı iyi yazarların dahi hepimizde var olan önyargılar çerçevesinde sırf metnin yerellik dozunu azaltıp egzotik havasını artırmak gerekse de inandırıcılığı sağlamak adına hikayeyi edirne’nin batısına taşımak, karakter isimlendirmelerinde kulakta yabancı gibi tınlayacak seçimlerde bulunmak, eseri olabildiğince günümüz atmosferinden uzaklaştırmak gibi tercihlerde bulunmak durumunda kaldığının da pekala ayırdındayım.
ancak ayırdında olduğum başka bir şey var
spekülatif kurguya takınılan bu kategorik, genellemeci peşin hüküm neticesinde okuru olsun editörü olsun akademisyeni olsun eleştirmeni olsun okudukları metinlerde doğaüstü – bilimkurgu öğe görmesinler, saniye geçmeden beyinlerde bir nöral bağlantının aktifleştiğini, eser neyi ne amaçla nasıl bir strüktürle anlatıyor koyuverip “hııı, tırt kitap bu yaa” damgasını basıverdiklerini tecrübem ve duyduklarım ışığında gayet de iyi biliyorum.
yazardan öte bir okur olarak bu peşin hükmün türk edebiyatını sıkıcı, kasvetli, renksiz, hep aynı şeyleri anlatan, yakup kadri karaosmanoğlu’nun yaban’ı, orhan kemal’in yoksulları, oğuz atay’ın melankolisi, barış bıçakçı’nın yalnızlığı etrafında uydulaştırdığını, diğer parametrelere ek olarak bilinçli bilinçsiz okurun bu içe dönük fasit daireden – doğal olarak – gitgide uzaklaştığını, dolayısıyla hüzün, acı, travma, yalnızlık, ah çocukluğumuz, ah gençliğimiz, ah hayallerimiz, ah taşranın kekik kokusu gibi özlemler ve benzeri temalarda eserlerin hakiki, diğer türlüsünün kof edebiyat olduğuna dair şu miadı dolmuş takıntımızı artık yenmemizin, hiç olmadı biraz törpülememizin vaktinin gelip de geçtiğini öne sürüyorum. mary shelley’in, edgar allan poe’nun, ursula k. le guin’in, margaret atwood’un, kazuo ıshiguro’nun, shirley jackson’ın, j.g. ballard’ın ve nice yazarın doğaüstü – bilimkurgu unsurları kullanarak gayet de edebi eserler verebildiğini tekrar ve tekrar kendimize hatırlatmalıyız. edebiyatın taze bir soluğa, biraz renge, biraz neşeye, biraz meraka, biraz mizaha, biraz gerilime ve hayal gücüne ihtiyacı var.
evet, hayal gücüne, bolca hayal gücüne…
not: başka bir yazının konusu olacak ama burada da kısaca belirteyim, hayır, spekülatif kurgunun illa çıktığı ülkeyi ve kültürü anlatması gerektiği gibi saplantılarım yok.