Türkiye'nin Kapitalist Sisteme Asla Tam Olarak Dahil Olamamasının Tarihsel Sebepleri

Türkiye, neden hiçbir zaman liberal ekonominin yıldızlarından biri olamadı? İşte bunun Osmanlı'ya dayanan nedenleri hakkında bir görüş, buyrun.
Türkiye'nin Kapitalist Sisteme Asla Tam Olarak Dahil Olamamasının Tarihsel Sebepleri

türkiye'nin 19. yüzyılla birlikte, özellikle sanayi devrimi sonrasında yaşanan konjonktürel ve iktisadi değişimlere adapte olamayıp kapitalist sistem çarklarını döndürememesinin sebebi tamamen osmanlı'dan tevarüs ettiği geleneksel ekonomik mirastır.

peki bu miras nedir?

osmanlı, hepinizin bildiği gibi tam anlamıyla geleneksel bir tarım imparatorluğu idi. kaynaklarının büyük bir kısmını tarımsal faaliyetler ile fethedilen topraklardan elde edilen ''günlük ganimet'' oluşturuyordu. ancak bu kısıtlı ekonomik yapıya rağmen, mevcut vaziyeti daha da kısıtlayıcı, bizzat sultan tarafından kanun olarak konulmuş ve 19. yüzyılın sonuna dek değişmemiş tedbirler vardı. bu tedbirleri genel olarak ikiye ayırabiliriz:

1. osmanlı müsadere sistemi.

2. osmanlı narh sistemi.

osmanlı devleti'nde tek ve mutlak otorite yalnızca sultan olduğundan, sultanın haricinde kalanların yeni ve kapsamlı bir sermaye yaratması da mümkün olmuyordu. müsadere sistemi, yani devlet erkanından birinin idam edilmesi akabinde o kişinin sultan tarafından mallarına doğrudan el konulması, bunun somut örneklerinden birini teşkil etmiştir. düşünün ki vezirsiniz, sayısız menkul (atlarınız, develeriniz vs) ve gayrimenkul mallarınız var fakat öldüğünüzde bunu kimseye miras olarak bırakamıyorsunuz çünkü zaten miras olarak bırakabileceğiniz aileniz de yok, devşirilip getirildiğiniz için aile bağlarına da izin verilmiyor (istisnalar hariç). sırf bu yüzden denilebilir ki osmanlı'daki vakıf sistemi bu müsadere denilen başa bela şeyden kurtulmak için gelişim göstermiştir... çünkü zengin ve varlıklı insanların birçoğu, vakıflara paralarını yatırıp bir nevi hem hayır işinde bulunuyor gibi kendilerini gösteriyor hem de parayı kamufle etme imkanına sahip oluyorlardı.

aslında bu durum genel olarak osmanlı'dan önceki yönetim biçimlerinde, yani ortaçağ islam dünyasında da görülüyordu ve bazı yöneticiler ibn-i haldûn'un "hükümdarın ekonomik arenaya bizzat girerek uyruklarının kazanç kaynaklarını kurutmasının siyasal bir gerileme" olduğu nazariyesi üzerinde defaatle duruyorlardı.

bakıldığında müsadere sistemi, osmanlı'nın uzun yüzyıllar boyunca serbest piyasaya ket vurup sermaye yaratımının önüne set çekmesinden başka bir şey değildi.

çok benzer şekilde 2. madde olarak ortaya koyduğum narh sistemi de buna bir örnektir. çarşı-pazardaki ürünlerin (mesela kırmızı etin ve ekmeğin) fiyatları da yine sultanın tayin ettiği kadı tarafından tahdit (sınırları daraltılmış anlamında bir fiil) ediliyordu. dolayısıyla siz, bir etin kilogramını, belirlenen fiyat çerçevesinin ne aşağısında ne de fazlasında satabiliyordunuz, buna yeltenmek ciddi cezalar yemenize sebep olabiliyordu. yine çarşı-pazar için belirlenen kanunlardan bir tanesi de, ithalatın serbest fakat ihracatın yasak olmasıydı, özellikle bahsettiğim gıda ürünlerinde. burada da temel amaç, önce reaya denilen halkın karnının doyması ve temel gıda ürünlerine rahat ulaşabilmesi idi. yani siz, halka bol miktarda bir ürün sunsanız bile, o ürünleri dışarıya satamıyordunuz. ipekli dokumalar, kumaşlar vs bunların elbette dışında kalıyor, çünkü fakir reayadan olan bir birey zaten pahalı elbiseleri nasıl alsın? bunların ihraç edilmesinde bir beis yoktu, osmanlı görünürde yine çok pragmatist davranmıştı fakat bu pragmatist davranışı 18 ve 19. yüzyıla gelindiğinde kendisine pahalıya patlayacaktı.

osmanlı iktisat çalışmalarıyla meşhur olan hint-alman vatandaşı süreyya fariqi, bu konularla ilgili olarak "tüccarlar, osmanlı devletini denetleyen askeri-yönetsel hiyerarşi ile siyasal olarak rekabet etmelerine olanak sağlayacak bir tarzda örgütlenmemişlerdi. 16 ya da 17. yüzyılda yaşayan bir tüccarın siyasal güce ulaşmayı başarması, genellikle bir mültezim olarak etkinlik göstermesiyle mümkündü ve bu etkinlik tüccarın yüksek kazanç kapılarını açıyordu açmasına ama, anlaşmadaki miktarları ödemedeki başarısızlık, tüm varlığını yitirmesine ve hapsedilmesine neden olabiliyordu." demiştir.


biraz farklı bir nokta gibi görünse de aslında konuyla doğrudan alakalı önemli bir kırılma süreci daha var

bu kırılma süreci, amerika'nın keşfi ve kuzey avrupa devletlerinin, amerika pastasından çok iyi istifade edebilmeyi başarması... kırılmayı biz değil; onlar gerçekleştirdi. celal şengör, osmanlı iç dünya dinamiklerini tam olarak özümseyemediğinden, 1. süleyman'ın amerika'nın keşfine öylece bakakalmasını büyük bir keyfiyet olarak addedip kanuni'yi yerden yere vurur. halbuki gerçek hiç de şengör'ün kafasında çizdiği şema gibi değildir.

ne demek istiyorum? yine basitçe izah edeyim: osmanlı amerika'ya gitseydi de uzun vadede hiçbir kazanç sağlayamayacaktı çünkü siyasal ve ekonomik yapısı buna elverişli değildi.

amerika fethini ilk olarak ispanya ve portekiz başlattığı halde, neden bu fetihlere daha sonra katılan ingiltere ile hollanda pastanın büyük bir kısmını daha güzel yuttu sanıyorsunuz? ispanyollar da sandıklar dolusu gümüş ve altın taşıyıp durdu avrupa'ya ama ekonomik olarak hiçbir zaman sıçrama yakalayamadılar, aksine iç piyasa dengesini bozan bu sandıklar dolusu altın ve gümüş, şişkinlik yarattı ve büyük bir alım gücü kaybı oldu.

bunun sebebi, ispanya'nın da tıpkı osmanlı gibi mutlak otorite ile yönetilen ve serbest piyasaya, burjuvaziye ve kapsamlı ticarete izin vermeyen bir anlayışa sahip olmasından kaynaklıdır. ingiltere'yi o dönemden itibaren ingiltere yapan, bankacılık sisteminden tutun sanayi devrimine kadar sürecek olan büyük yatırımların ve girişimlerin gelişmesine sebep olan şey tam olarak budur: özgürlük ve burjuvazi, dolayısıyla serbest girişim ve ticaret, tüm bunların da hukuk ile güvence altına alınıp kralın ve aristokratların gücünün prangalanması... ispanyollar, getirdikleri altınları yalnızca imparatorluk hazinesine ve din adamlarına/kiliseye ayırdılar, pastanın kaymağını bunlar yedi. ingiltere ve hollanda ise, bilinçli bir yönetim çerçevesinde pastanın büyük kısmını tüccarların, burjuva sınıfın yemesine imkan tanıdı. böylece amerika'dan gelen her türlü hazır kaynak, çok daha kapsayıcı ve uzun vadede inanılmaz olumlu sonuçlar doğuracak şekilde kullanıldı, kurumsallaşmanın temelleri atıldı, burjuva sınıf (orta direk) müthiş kalkındı. böylece yatırımlar da, ticaret de, iç ve dış pazar da gelişebilmek için kendisine çok iyi bir zemin buldu. sanayi devriminin ingiltere'de gerçekleşmesi, işte bu altyapı sayesinde mümkün olabilmiştir.

arkadaşlar, tarihte kırılma noktası olarak adlandırdığımız şeyler gerçekleşiyorsa, bu gerçekleşmenin daha evvelinde ve derinlerde mutlaka ama mutlaka bir sebebi vardır. "başarı tesadüf değildir" şeklinde sarf edilen klişe sözün tam olarak karşılığı da işte budur.

sözü çok uzattım, bitireyim

celal şengör'ün iddia ettiği gibi osmanlı, amerika yarışına katılabilseydi bile bundan verimli ve sağlıklı bir netice elde edemeyecek, tam aksine ispanya ile portekiz'in akıbetine uğrayacaktı... asla ingiltere ve hollanda'nın ilerleyen yıllarda sahip olduğu zenginliğe erişemeyecekti, çünkü en başından beri izah etmeye çalıştığım şekilde siyasal yönetimi bu duruma büyük bir engel oluşturuyordu. tıpkı ispanyolların yaptığı gibi, amerika'dan osmanlı'ya getirilen altınların ve diğer hazır tüketim kaynakların çok büyük kısmı sultanın şahsi hazinesine, geri kalan kısmı da ulema denilen cahil cühela arasında pay edilecek; tüccara, halka da nanik yapılacaktı.

bakınız yüzyıllar sonra bile, 1930'larda atatürk'ü ve türkiye'yi ziyaret eden, bizzat yerinde gözlem yapan abd elçisi charles sherill, türk halkı ve ekonomisi hakkında ne söylemiş: "türk halkının %84'ü çiftçidir ve bunlar mahsüllerinden kâr temin etmeyi düşünmeyip, sadece kendi temel ihtiyaçlarını karşılamak için çalışırlar. tarlalarının, ahırlarının ve kümeslerinin mahsüllerini avrupalı ve amerikalı çiftçiler gibi para ile değiştirmeye çalışmazlar." 1929 büyük ekonomik krizin sırf bu yüzden türkiye'yi etkilemediğini belirten sherril, sözlerini şöyle tamamlamış: "umumi işsizliğin her tarafı kasıp kavurduğu böyle bir zamanda nüfusunun büyük bir ekseriyeti grevler ile hiç de alakadar olmayan bir çalışma tarzı takip eden ve çalışma saatlerinin tahdidi gibi dikenli meseleler ortaya atmayan bir memleketi idare etmek, büyük bir şans eseri değil midir?"

evet sherril'in dediği gibi bu belki de bir açıdan şanstır; ancak diğer açıdan ise korkunç boyutta bir şanssızlıktır zira osmanlı'dan yönetimi devralan atatürk, avrupa'daki gibi birlikte yol izleyebileceği ne orta sınıf (burjuva) ne de aristokrat üst sınıf (devşirme ve müsadere sisteminden dolayı, izah etmiştim) bulabilmiştir... yeni türkiye'nin yalnız asker kanadı ayaktadır ve atatürk her şeyi, mesleği askerlik olanlarla başarmak zorunda kalmıştır.

türkiye, sahip olduğu tarihi mirasından dolayı bugün hâlâ ne kapitalizmi ne de iktisatla alakalı diğer meseleleri idrak edebilmiştir... halen çarkın dışında kalması, üretememesi ve markalaşamaması, asırlardır süregelen bu yaşam biçiminin bir tezahürüdür. bunu tek seferde ve komple değiştirip dönüştürmek de o kadar kolay değildir.

video eklemesi

arkadaşlar videolarım hak ettiği etkileşimden oldukça uzak kaldığı için kanalda aktif olmayı bırakmıştım fakat bazı ısrar ve tavsiyeler üzerine tekrar dönme kararı aldım, yakında güzel videolar gelecek. biraz olsun desteklemek isterseniz diye link bırakıyorum:


bu da aylar sonra yüklediğim kısa video


güzel günler...