Üretmenin Bazı Hayatlar İçin Ne Kadar Önemli Olabileceğini Resmeden Film: Tick Tick... Boom
Nedir, ne değildir?
sonbaharda netflix'te yayınlanan jonathan larson'un orijinal tiyatro oyunundan uyarlanan lin-manuel miranda filmi. andrew garfield, alexandra shipp, vanessa hudgens, bradley whitford, judith light, joanna adler filmin kadrosunda yer alan oyuncular. uyarlamayı tony ödüllü steven levenson yaparken, lin-manuel miranda filmi yönetti.
konusu: 1990 yılında geçen tick, tick…boom!, new york'ta yaşayan hevesli müzikal bestecisi jon'un hikâyesini anlatıyor. jon, garsonluk yaparken bir yandan da sıradaki muhteşem amerikan müzikali olmasını ve bu sayede nihayet büyük çıkışını yapmasını sağlamasını umduğusuperbia'yı yazmaktadır. aynı zamanda, jon'un kariyeriyle ilgili tutkuları için kendi hayatını askıya almaktan bıkmış olan kız arkadaşı susan'ın baskısı altındadır. bu sırada en yakın dostu ve ev arkadaşı, madison avenue'daki yüksek maaşlı bir reklamcılık işi için yaratıcı hayallerinden vazgeçmiştir ve evden taşınmak üzeredir. jon, 30. doğum günü yaklaşırken kaygı ve endişe doludur. acaba hayalleri, ödediği bunca bedele değecek midir?
Fragman
filmi izlerken "bir sanatçının dramı" kafasıyla filme bakılırsa yazık edilir
ha keza, bir başarı hikayesi olduğu düşünülürse yine yazık edilir. elbette bunların ikisi de var ama daha çok olan bir sanatçının başarısına kimlerin karar verdiği, başarılı olmak için nelerden geçtiği ve en önemli başarı tanımını neye göre yaptığı(mız) söz konusu.
her şeye rağmen devam eden jonathan larson en çok hak ettiği ödül olan broadway'de müzikal gösterime ise sahip oluyor ancak bunun tadını çıkaramadan ölüyor. rent müzikali 16 sene oynatılıyor, şaka gibi.
aslında sinema açısından farklı bazı çekim ve kurgu teknikleri olsa da çok büyük bir film değil ama bazı detaylar nefis işlenmiş. bir sanatçının hiç durmayan kafası, sürekli olarak zihninde eserlerinin dönüp durması çok iyi aktarılmış. shine filmini izleyenler bunun 1000 katını görmüşlerdir ama orada mental bir bozukluk da söz konusuydu. burada öyle değil. hatta her şeye rağmen biteviye bir yaşam sevinci de var. ve galiba, jonathan larson'ın en büyük gücü de bu olmuş.
film normal bir zamanda içinizi sıkabilir
insanları neden böldüğünü, bazılarını sıkıntıdan patlattığını, bazılarını büyülediğini de anlayabiliyorum.
hayatınızda sanat ve müzik çok önemli değilse, derdini seveyim kardeşim, ne bencil herifsin diyerek filmi sonlandırabilirsiniz. fakat... kendinizi arada kalmış hissettiyseniz, ne reklamcı ne sanatçı olabildiyseniz, velhasıl götü kurtlu bi insansanız benim gibi... uuu ne biçim ağlatır. hem de dans ederek...
kafes mi? kanatlar mı?
korku mu? sevgi mi?
bir kazaya, bir felakete gerek yok
insanın kendini seçmesi için
bunun filmi.
benden 3 yaş küçükken -hem de 1 gün sonra sahnelenecek eserini göremeden- ölmüş bir adamın kendi hikayesini hiç bilmeden, hayranlıkla seyretmiştim rent'i yıllar önce - canım la vie boheme!
7/24 sıcak suyla vedalaşmadan, hayatın göğsüne elimi daldırabilir ve kalbini alabilir miyim bilmiyorum ama beni kendine çağıran bir hayat var; bunu her geçen gün, her gördüğüm şeyle, daha çok hissediyorum.
film andrew garfield, aka real life peter parker'ın bir başka nefis performansını görmemize vesile oluyor
filmden sonra jonathan larson'ın videolarını izleyince saygım bir kat daha arttı kendisine. garfield hem larson'ın mimik ve jestlerini birebir kopyalarken hem de doğal ve kendine has kalabilmeyi başarmış.