Yakın Çevre, İnsanı Vasatlığa mı Sürüklüyor?
sosyolojide yapı olarak kendine yer bulmuş bir durumdur bu. esasen tüm modern felsefe de bununla alakalıdır. bu duruma gösterilen direnç, foucault'da kendilik pratiği, yani etiktir ki bu da tarihsel yapılardan etkilenir; marx'ta praksisdir, bourdieu'de farklı alanlara ayrılmış sermaye biçimleridir. deleuze'de anti-oedipus'tur. sartre'da ise cehennem başkalarıdır olarak ortaya çıkan; halkın toplum baskısı olarak mimlediği nosyona direniştir. genel olarak, sokaktaki sıradan adamdan tüm modern felsefe geleneğine dek problem, bireyi özgürleştirmek üzerine kuruludur. herkes kendince, ipin bir tarafından tutmuştur.
yapı, hakikattir. bu durumun gerçekliğini saptamakla, arabesk bir umutsuzluk deryasının içine gömülmek arasında net bir ayrım var. bazen insan, ne kadar çabalasa da, koşullarını değiştiremez. zira, kendi imkanlarıyla sınırlanmıştır. benim, bu konuyla alakalı görüşüm şu şekilde: herkes kendi imkanlarını yaşar. bunu söylerken, mevcut koşulların iyileştirilemeyeceğini söylemiyorum. imkan söz konusu ise, koşullar bireysel bazda, cinsiyet bazında, kültür, ırk bazında iyileşebilir. bu iyileşmeyi yerine getirecek yorumlar, geniş bir felsefe ve sosyoloji literatürüne angajedir. yine, konuyla alakalı, bu literatüre giren bir kimse, büyük ölçüde kendi öz iyileşmesine merhem sunabilecek kişileri okur ve buna göre bir ideoloji geliştirir. misal, işçi sınıfı geleneğine mensup bir ailede doğmuşsa, ortodoks marksizm, küçük burjuva imkanlarıyla sarmalanmışsa, frankfurt okulu, foucault, post-yapısalcılık; üst-orta sınıf seküler bir ailede liberalizm, hayek, mises; burjuva ailede ise daha bireyci filozofları okuması, belki tasavvuf-liberalizm sentezi bir yorum geliştirmesi muhtemeldir.
herkes, kendi özel kurtuluşuna kendi penceresinden bakar, başkasınınkinden değil. neticede, sartre'ın bulantı romanında, roquentin'in ağzından dile getirdiği gibi, herkes kendi varoluşunu haklı çıkarmak zorundadır. çünkü doğmuşsundur.
her neyse, yapı denen bir şey var. bununla bireysel bazda boğuşmak ise kolay değil. insanın kendi hayatında bir şeyleri değiştirmesi, şablon reçeteler sunan youtuber'ların önerileriyle gerçekleşecek kadar kolay değil. kendine güven, kendini sev, şunu yap, şöyle tavır takın bla bla bla. gördüğümüz üzere, felsefecisinden yotubır'ına herkes, insanı özgürleştirmeye çalışıyor. o halde, insanın bu dünyadaki varlığı büyük ölçüde özgürlük problemi üzerinedir. felsefe ve sosyoloji de bu yüzden var. başka bir şey için değil. iyi yaşam nedir? ona nasıl ulaşırsın? sınıf bazında mı? kolektif olarak mı? bireysel olarak mı? cinsiyet ya da kültür bazında mı?
bahsetmediğim bir nokta da psikoloji bilimi oldu. sosyolojinin yetersiz kaldığı yer olabilir burası. ya da multidisipliner bir anlayış gerekir. örneğin, kişi özgürleşmek için tüm imkanlara sahiptir; maddi gücü vardır. sosyal sermayesi vardır. kültürel sermayesi vardır. hayatını, bireysel bazda daha iyi bir noktaya getirmek için önünde bir engel yoktur. fakat, geçmişten gelen travmaları vardır. bunları aşamıyordur, ve aşmak bir tarafa, travmasına saplanıp nevrozla psikoz arasındaki ince çizgide dolanıyor ve hastalığını haklı çıkarıyor olabilir. bu noktada, hastalık, imkanları baltalıyordur. bu da işin diğer bir boyutu.
yukarıdaki örnek, özel bir örnekti elbette. genele baktığımızda, türkiye gibi geç kentleşmiş bir ülkede, insanların çoğu cahil ve travmatik ailelerden geliyor. dolayısıyla kişi, bir yandan imkansızlıklarıyla, diğer yandan da ömür boyu ona eşlik edecek olan travmalarıyla boğuşuyor. meseleyi bu şekilde anlayıp, bu ülke insanı için üzülmeyen insan sayısı çok azdır, ister sosyolog olsun, ister film yönetmeni, ister edebiyatçı. isterse de sözlük yazarı. baktığın her yerde ya yoksulluğun izlerini görürsün, ya itilmişliğin, ya sevgisiz bir ailede büyümüş olmanın yaraları. en pislik diyebileceğin adamın içinden, belki tüm toplumca yuhalanan bir şark kurnazının altından, masum, yaralı bir çocuk çıkar. ingilizcede güzel bir kelime var: compassion (merhamet). biz pek anlayamadık. fonetiği de çok hoş. her neyse, daha fazla yazamayacağım.