Yurt Dışına Yerleşmiş Bir Sözlük Yazarından: Yeni Ülkedeki Sancılı Adaptasyon Süreci Nasıl Atlatılır?

Sözlük yazarı "nixolidia", bir iş için yurt dışına yerleşenlerden. Adaptasyon sürecinin ilk zamanları oldukça sıkıntı yaşamış biri olarak bunun üstesinden nasıl geldiğini ve yeni ülkesine nasıl alıştığını anlatmış.
Yurt Dışına Yerleşmiş Bir Sözlük Yazarından: Yeni Ülkedeki Sancılı Adaptasyon Süreci Nasıl Atlatılır?
iStock


üniversiteden mezun olurken yurt dışına gideyim diye bir düşüncem yoktu aslında. sadece yüksek lisans için başvuru yapmıştım, burs çıkmayınca yurt dışı planımı yüksek lisans düşüncelerimle rafa kaldırmıştım. aslında türkiye’de iş bakıp planlarımı türkiye’ye göre yapıyordum. birkaç ay sonra benim dışımda gelişen olaylar nedeniyle kendimi yurt dışına kapak atma planları yaparken buldum. 7-8 ay boyunca tek yaptığım cv ve cover letter hazırlayıp firmalara göndermek oldu.

aslında gitmek isteyen için iş var hem de çok fazla var. ama çalışma iznidir, krizdeki ülkelerin “önce kendi vatandaşıma iş bulalım” yaklaşımları ve türkiye önyargısı nedeniyle düzgün bir iş bulmak zor. ben şansıma staj bulup gelmiştim.

geldikten sonraki yaşayacağım kısa cehennem dönemi işe başladığım ilk haftada başlamıştı. ben evcimen bir adamım. mümkün olduğunca evim dediğim, kendimi güvende hissettiğim, ailemin ve arkadaşlarımın olduğu yerlere yakın olmak isterim. bu nedenle yaşama amaçlı yurt dışına çıkmak benim için büyük bir olaydı. daha önce haftalık ya da aylık yaşasam da geri döneceğim düşüncesiyle hep kafam rahat gittim geldim. şu anda çalıştığım işimde de ilk kontratım 6 aylık stajyer kontratı olduğu için kabul etmiştim, yapamazsam geri dönebilirdim.

ve gerçekten geri dönmek istedim. çok fazla istedim hem de… 

kısa sürede hayatımdaki en büyük değişimi gerçekleştirmiştim. aklımda bile yokken 7-8 ay içerisinde iş bulmuştum, dilini bilmediğim bir ülkeye yerleşiyordum, gerçek manada çalışma hayatına atıldığım ilk işimdi, bütün arkadaşlarım ve ailemi bırakıyordum, gittiğim yerde tanıdığım hiç kimse yoktu ve gidiş amacım belliydi. hatta bütün süreç öyle hızlı gelişmişti ki, sanki çalışmak için çıkmıyordum ülkeden de kaçıyordum. zaten o dönemki “kaçışım” nedeniyle bir iki yakın arkadaşımla ufaktan aramız bozulmuştu bile.

değişimleri çok fazla seven bir adam olmadığım için bu kadar fazla radikal değişiklik başımı döndürmeye yetmişti. üstüne işe başladığım ilk haftanın sonunda yurt dışına çıkmamın en büyük nedeni ve hatta tek nedeni hayatımdan çıkınca benim ilk zamanlarımda psikolojik olarak çok yıprandığımı söyleyebilirim.

iş için 6 aylığına yurt dışına çıkmıştım ve mutsuzdum. gerçekten mutsuzdum ama. şu anki iş arkadaşlarım bile o dönemim ile şimdiki dönemim arasında dağlar kadar fark olduğunu söyler. kimse ile konuşmayan, içine kapanık, sadece işe gidip gelen bir insandım. çevreme iyiyim desem de değildim. şansıma işim türkiye’ye sürekli gelip gitmemi gerektirdiği için ilk 4 ayda herhalde 3-4 kere türkiye’ye gitmiştim de biraz olsa sıkıntılarımı hafifletmiştim.

peki neden mutsuzdum? 

sanırım bunun en büyük nedeni benim vizsyonsuzluğumdu. en başta çok yalnız hissetmiştim kendimi. çalıştığım firmadaki tek full time çalışan türk bendim (hoş diğerleri de başka şehirlerde olduklarından yakınlaşma ortamımız yoktu). çok fazla bürokratik işlem vardı ve ben imzaladığım kağıtların üzerinde ne yazdığını bilmiyordum. dillerini bilmediğim için yabancılar ofisindeki çalışanlar ağzıma sıçıyordu. avrupa’nın özellikle de almanya’nın türkiye ve türklere olan yaklaşımından sıkılmıştım. adam gibi yiyecek şeylerinin sadece sosis ve patates olmasından nefret etmiştim. stajyer maaşı aldığım için bir oda kiralayabilmiştim sadece ve kıt kanaat geçiniyordum. sürekli ingilizce konuşmaktan bıkmıştım, türkçe konuşmak için deliriyordum (ki türkçe konuşmak için dönerci bir abi ile kanka bile olmuştum). nereden geldiğimi bilmeyen insanların en başta suratıma gülerken türk olduğumu öğrenince soğuk davranmaları durumunda onları öldürmek istiyordum. türkiye’den ve hayatımdan uzak kalmak beni mahvediyordu. ben istememiştim burada olmayı, ben zorlanmıştım buraya gelmeye.

hayatımdaki ve çevremdeki her şey benden bağımsız bir şekilde gelişiyordu. hayatımın kontrolünü tamamen kaybetmiştim gibi hissediyordum o zamanlar.

şu anda hiçbir arkadaşım bilmez mesela, ben o dönemde kontratımın bitiş gününe uçak bileti almıştım bile geri dönüş için. iş başvurusu yapmaya başlamıştım, ev bakmaya başlamıştım. benim kafamda bunlar varken bir iş gezisi çıktı ve türkiye’ye gelmem gerekti. ben de iş gezisini de bahane edip biraz daha kaldım türkiye'de, arkadaşlarla vakit geçirdim. bir tanesine düşüncelerimden bahsedince baya kızıp "olm nix, şu anda hepimizin yapmaya çalıştığı şeyi yaptın. baksana hepimizin hayatına, yaptıklarımıza. elinde şansın varken iyi değerlendir“ tarzı bir konuşma yaptı. artık o akşam nasıl konuşma yaptıysa adam geri dönerken benim bütün düşünce yapım değişmişti.

haklıydı sonuçta. elimde bir fırsat vardı, kaçırılmaması gereken bir fırsat. o aralar benim depresyon halim de işe yaradı, hayatım sadece ev-iş olduğu için işteki performansım beğenilmiş. bana trainee pozisyonu (yahu şunun türkçesi nedir) teklif ettiler. 1 senede hayatımda bir şeyler değiştiririm diye kabul ettim. (hala göt korkusu da var ha. kontratın bitiş tarihi var diye imzalıyorum)

o sırada yarattığım mutsuz ruh halinin sebebi bendim ve bunu değiştirebilirdim. o sırada (ve şu anda da) elimde olan imkanları kullanmalıydım. evet buraya gelirken bambaşka hayallerim vardı, kafamdaki planlar çok başkaydı ve hiçbiri istediğim gibi olmadı. hepsi tek tek yıkıldı ve elimde moloz yığını kalmıştı. ama elimdekilerle o moloz yığınını temizleyip yerine gökdelen yapabilirdim. ben de inşaata temelden başladım...

buraya 2. geliş amacım olan iş kısmını toparlamaya başladım. baktım elimde bana bir şeyler öğretmek isteyen, bana değer veren, başarılarımı takdir eden bir şirket var sömürmeye başladım. burada gerçekten profesyonel iş hayatı nedir ne değildir öğrendim. öyle bir aç gibi saldırdım ki öğrenmeye ve bir şeyler üretmeye çok kısa sürede çok güzel sonuçlar aldım. türkiye'de belki değil gerçekten de en az 2-3 senede ulaşabileceğin noktaya burada sadece birkaç ay içerisinde ulaştım. çalışan kişiye nasıl değer verilir, sosyal devlette çalışma hayatı gerçekten nedir ne değildir canlı canlı görme fırsatım oldu.

bulunduğum ülkeye ve yaşadığım hayata adapte olmak için kollarımı sıvadım. odadan çıkıp işten bir arkadaşla eve çıktık. çevremde olan şeylere dahil olmaya başladım. en başta takıldığım türklere ve türkiye'ye karşı olan düşünceleri iplememeyi öğrendim, mal heryerde mal sonuçta. ayrıca türkiye'ye gitsem daha fazla ayrımcılığa maruz kalacağım. hatta yüz asmaktansa "ya kardeş, gel şu önyargıları bi yıkalım" diyerek elimden geldiğince içinde büyüdüğüm kültürü anlatmaya çalıştım. 

tabi sadece öğretmedim, öğrenmeye de başladım. kursa yazıldım, sıfırdan dil öğrenmeye başladım. hatta ofisteki başka ülkelerden gelen insanlarla iletişim içerisine girerek sadece bulunduğum ülkenin dilini değil italyanca, ispanyolca, fransızca, yunanca, fince (!) gibi dillerde de kendimi tanıtmayı, naber nasılsın gibi basit kalıpları söylemeyi öğrendim. yaşadığım şehir ve ülkedeki insanlar ne yer, ne içer, nelerden keyif alır, günlük yaşantıları nasıldır gibi temel şeyleri kötü görmeyi bırakıp kendimi bunlara adapte etmeye başladım. kendi önyargılarımı kırdım, almanları soğuk görmemeye başladım. hatta biraz uğraşınca çok güzel insanlar olduklarını keşfettim. her gün farklı bir ülkenin mutfağından yemek yemeye çalıştım. içki ve yemek kültürüm gelişti. ben birayı hep arjantin bardakta içerdim ama her biranın kendi bardağı varmış. şimdi evimde her bira çeşidi için ayrı bardak var.

sosyal hayatımı düzenledim. tekrar dışarıya çıkmaya başladım. fark etmediğim fırsatım olan iş arkadaşlarımı kullandım. şirket yapısından ötürü yaş ortalamamız 25. çoğu çalışan ya üniversiteden yeni mezun ya da master yapıyor. şirkete hala bir öğrenci kafası hakim olduğu için partidir, gezidir, etkinliktir falan bol bol oluyor. elimden geldiğince hepsine katıldım. snowboard yapmayı burada öğrendim. türkiye'de erişimi zor ya da pahalı olan ne varsa katılmaya çalıştım ki bunların başında festivallere, konserlere gitmek geliyor. 55€ gibi bir ücret ödeyip system of a down, volbeat, deftones, tenacious d gibi grupların çıktığı günlük festivallere de gittim wacken ve rock am ring gibi çocukluğumdan beri ağzımdan salyalar akarak izlediğim festivallere de gittim. hep hayalimdi festival ve konser turizmi yapmak geçen yaz bu hayalimi gerçekleştirdim. geçen cuma queens of the stone age konserine gittim josh homme ile tanıştım. oktoberfest, st. patrick's day gibi büyük etkinlikleri yerinde gördüm.

normalde gitmek için vizedir, uçak biletidir, otelidir uğraştıran ve pahalı olan yurt dışı gezilerini çok ucuza yapabileceğimi farkettim. fırsat buldukça bir ülke, bir şehir gördüm. 20 küsür senelik hayatımda gittiğim yerlerin hepsinden fazlasını 1 sene içerisinde gezdim. bazen yanımda arkadaşlarım oldu, bazen de kendi başıma çıktım yola. sabah işe gelip ucuz bilet bulup akşamına yola çıktım. havaalanlarında, tren garlarında uyudum. hiç tanımadığım insanların evinde kaldım, tanımadığım insanları evime çağırdım. çok enteresan insanlarla tanıştım, çok eğlenceli dakikalar geçirdim. beş parasız başka bir ülkede kaldım, otostop çeke çeke eve geldim.

bunları yaparken de hep bahsettiğim "türkiye'deki çevrem"i kenara itmedim. artık hepimizin elinde akıllı telefon var ve iletişim gerçekten çok kolay. whatsapp'ımda üniversiteden, liseden, memleketten arkadaşlarla oluşan farklı farklı gruplarımız var. facebook'ta gruplarımız var. sanki ordaymışım gibi neler oluyor neler bitiyor hepsini biliyorum. birkaç tanesi fırsat buldu beni ziyarete geldi, beraber gezdik. avrupa'da yaşayan arkadaşlarımla tek tek iletişime geçtim ya onların olduğu şehre gittim ya da onlar beni ziyaret etti, ucuza başka yerler gördük hep beraber. bir arkadaşım daha önce yurt dışına hiç çıkmamıştı, kendisine ön ayak oldum yardım ettim beraber çok güzel ülke gezdik.

yaşam standartlarımın yükseldiğini ve bundan keyif almam gerektiğini farkettim. maaşımın önemli bir kısmını vergi olarak veriyorum ancak bir kere bile bundan rahatsız olmadım. ciddi bir sağlık sorunum oldu, türkiye'de binlerce liraya mal olacak tedaviyi burda ücretsiz bir şekilde aldım. durakta beklerken otobüs ne zaman gelecek diye düşünmüyorum ya da bindikten sonra balık istifi gibi gideceğimi. yürümeyi hep sevmişimdir, şimdi çok daha fazla sever oldum. işten çıkınca evime yürüyerek 45 dakikada gidiliyor ve hava güzelse 45 dakika yürüyorum ben. yürürken kaldırıma park etmiş arabalar, bozuk taşlar, gereksiz kalabalık yok; geniş kaldırımlar, birbirine yol veren insanlar, ben karşıya geçerken beni bekleyen arabalar ve içinden geçebildiğim bir sürü yeşil alan var. 

deniz kenarı olmadığı sürece parka gitmemiştim ben türkiye'de. eğer burda hava güzelse zamanımı parklarda geçirmeye çalışıyorum. yalnızsam ve yapacak hiç işim yoksa yürüyüşe gidiyorum. yeşil yeşil kafamı dinliyorum. zorunda kalmadıkça arabaya binmiyorum. toplu taşıma beni istediğim yere rahatça götürüyor, trafikte kafayı yemiyorum. toplu taşıma ile evim işime 20 dakika uzaklıkta diye daha yakın bir eve taşınayım diyorum (ilk defa 30 dakika uzaklıkta ev bulunca insanlar oha çok uzak demişlerdi).

kadınlara karşı olan yaklaşımım bile değişti ve kusura bakmayın ama türkiye'deki kadınların haline acıdım. yalan yok, burdaki kadınlar gerçekten çok güzeller ve türkiye standartlarında daha açık giyiniyorlar. kimse de dönüp yadırgarcasına bakmıyor. tabii ki de güzel bir kadına bakıyoruz ancak bu bakış güzelliği takdir etme ya da insanın beğenilerine uyan bir estetik gördüğü için oluyor. sikerim, yalarım, sokarımlı bakışlar ya da laf tacizleri yok. karşınızdaki kadına güzel olduğunu söylediğinizde sizi yanlış anlamıyor, teşekkür ediyor.

hatta bu süreçte birisi devam eden iki uzun ilişki ve kısa ilişkilerim oldu, ne kadar baskı altında yetiştiğimi gördüm türkiye'de. normalde türkiye'de sevgilinizle toplum içerisinde belli bir mesafeye kadar yakınlaşabiliyorduk. ben bile türkiye şartlarına göre daha modern diyebileceğimiz bir kafa yapısına sahipken aslında o kadar modern olmadığımı gördüm. toplum içerisinde yakınlaşan kız arkadaşlarıma "ya biri bişi der" şeklinde yaklaştığımı farkedip böyle bir düşüncenin bilinçaltıma işlemesinden dolayı utandım. bunu dedim diye gidip sokakta seviştiğimi falan da düşünmeyim ama daha rahat hareket ettiğimi veya etraftan birisinin bir şey demeyeceğini bildiğim için içim artık rahat.

bu kadar şeyi yurt dışına çıktıktan sonra mutluluğu da mutsuzluğu da kendi kendine yaratmış birisi olarak yazdım. o yüzden bunları dedim diye yurt dışında yaşamak über süper diye de algılanmasın. her yerin kendine özgü sıkıntıları var, insanı, havası, doğası vs. önemli olan sizin bunlara vereceğiniz tepki ve elinizdekileri nasıl kullanacağınızı bilmek sanırım.

"yurt dışına çıktığınızda artık ikinci sınıf vatandaşsınız" sözü doğru olduğu kadar da eksik bence çünkü ben senelerdir türkiye'de ayrımcılığın kralını görüyorum. müslüman olmadığım için, küpe taktığım için, yan baktığım için, kıyafetimi beğenmedikleri için, farklı düşündüğüm için, farklı hareket ettiğim için senelerdir türkiye'de varolma savaşı veriyordum ben. burda verdiğim varolma savaşı türkiye'dekinin onda biri bile degil.