Yuval Harari'nin Muhteşem Kitabı Sapiens'te Anlatılanların Bölüm Bölüm Özeti
1. bölüm
ilk insan olan güney maymunu (austrolopithecus) doğu afrika'da idi. buradakiler zamanla dünya'nın farklı bölgelerine hareket ettiler.
öncelikle avrupa ve batı asya'daki neandertalleri, ardından doğu asya'daki homo erectusları, endonezya ve sibirya'daki diğer türleri ya yok ederek ya da onlarla karışarak dünya üzerinde tek tip insan canlısı olarak (bkz: homo sapiens) hayatta kalıverdi.
tabii bazı türler de yaşadıkları iklim şartlarına uyum sağlayamadı ve doğal seçilim yolu ile kendi kendilerine yok oldular.
2. bölüm
birlikte yaşamaya başlayan sapiensler gittikçe çoğaldı ve bir grup/kabile halini aldılar. peki artan sayısını en kolay şekilde nasıl kontrol edebilirdiniz?
kitap, bunu açıklamada dini kullanmaktadır.
çünkü ortak bir değer, inanç, maneviyat olmadan onlarca insanı bir arada tutamazsınız. nitekim birbirini tanımayan iki katolik insanı aynı savaşa sokabilen yegane güç inandıkları dindir. yine iki sırp kişisi birbirleri için normal şartlarda canını vermezken, kendi ulusları uğruna canlarını feda edebiliyorlar.
dolayısıyla artan insan sayısıyla gruplar bir lidere ihtiyaç duydu. aralarında dedikodu yaparak bir alfa erkeği seçmeye karar verdiler. seçilen liderin ise grupları daha kolay yönetebilmesi için bir inanç uğrunda birleştirmesi gerekiyordu. bir aslan başını (bkz: stadel aslanı) veya avladığı bir hayvanı güç simgesi olarak kullandı ve kendini grubun lideri olarak da benimsetti.
neandertaller ise bunu başaramamıştı. böylelikle bilişsel devrim denilen süreç de başlamış oldu: karmaşık faaliyetleri planlama ve uygulama becerisi, sapiensin etrafındaki dünyayla ilgili daha fazla bilgi edinmesiyle ortaya çıktı. sosyal ilişkiler geliştikçe 150 kişiye çıkan uyumlu gruplar meydana geldi. kabile ruhları, milletler, sınırlar gibi aslında var olmayan şeyler ise çok sayıda yabancı arasında bir işbirliği sağladı ve sosyal davranışı hızlı bir şekilde yeniledi.
3. bölüm
boğazına düşkün insanların içini rahatlatan bir teoriden bahseder: tıkınma geni.
günümüz insanın abur cuburu sevmesi, sürekli bir şeyler atıştırmasının sebebini çok çok eski atalarımızın alışkınlığına bağlamaktadır. çünkü eski atalar avcı-toplayıcı oldukları için bir meyve ağacı gördüklerinde yapabilecekleri en akıllıca şey, olabildiğince bu meyveden yemekti.
ayrıca eski ataların iki farklı şekilde yaşamış olabileceğini öne sürmektedir: eski komün bir yaşantıda çocukların babaları belli değildir ve gruptaki her erkek aslında birer babadır. tek eşlilik dolayısıyla namevcuttur. her şey ortaklaşadır ve ortaklaşa yaşanır.
diğer bir teori ise buna tamamen karşı çıkılan ebedi tek eşlilik görüşüdür. tamamen varsayımlara dayanılarak söylenenlere göre sapiensler, animizm denilen her varlığın, nesnenin bir ruhu olduğuna inanıyorlardı.
sapienslerin, günümüz modern insanından daha bilgili ve akıllı olduğunu savunan kitap bunu ise daha büyük beyinli olmalarına ve sapienslerin etrafı hakkında daha çok bilgisinin olmasına bağlamaktadır. çünkü eski insan, hem kendisi ile hem çevresi ile hem de hayvanlar ile ilgili bilgisi, tecrübesi olmak zorundaydı. günümüz modern insan ise belli bir konuda, alanda uzmanlaşmakta ve motor becerileri bir şey ile ilgili gelişmektedir.
4. bölüm
bilişsel devrim'den önce tüm insan türleri asya ve afrika bölgesindeydi. bunların denizleri aşabilme imkanları yoktu ve avustralya ve madagaskar gibi uzak ülkelerdeki canlı türleri daha izole kalarak evrimleştiler.
sulak yerlerin iklim sayesinde donmasıyla bu ulaşılamaz topraklara da erişilebilecek, sapiens zamanla bu çeşitliliği yok edecek ve kendi çeşitliliğini devam ettirecekti ve ekosistemi de değiştirecekti. o yüzden bir bölgedeki canlı çeşitliliğini sadece iklim değiştirmedi.
eğer iklim kendi başına bir faktör olsaydı neden sudaki çeşitliliği değiştiremedi? sapiens, gittikleri yerde bitkileri yaktı ve hayvanları öldürerek ekosistemi değiştirdi. tıpkı bugün modern insanın yaşadığı ekosistemiz bozması gibi.
sapiensler sibirya'ya doğru gittiler. (bunun nedeni bilinmiyor: belki merak, belki göç, belki de baskı) mamut ve ren geyiği avlayarak hem daha fazla protein alma fırsatları oldu hem de soğuğa dayanıklı kıyafet edinebildiler. daha da ileriye giderek alaska'ya yaklaştılar. iklim değişikliğiyle tekrar buzullar eriyince de sapiens amerika kıtasına yayılması başlayacaktı.
5. bölüm
sapiensler artık yerleşik hayata geçerek tarım devrimini başlatacaktı fakat bu devrim tarihin en büyük aldatmacalarından biridir. çünkü ortalama bir çiftçi, daha çok çalışarak ortalama bir avcıdan daha kötü besinlere sahip oldu.
üstelik insaoğlu evcilleştiği için tarıma geçmedi, tarıma geçtiği için evcilleşti. ekilen buğdaylar uzun zaman beklenmesi gerekiyordu ve insan, bu bekleyişi buğday tarlalarının yanına ev yaparak çözdü. yani yerleşik hayata geçişle tarım başlamadı, tarım başladığı için yerleşik hayata geçildi.
ayrıca insanoğlunun yapısı hayvan kovalamaya, ağaca tırmanmaya müsaitti. tarıma elverişli bir yapıları yoktu. bunun sonucunda, o dönemin iskeletleri incelendiğinde fıtık, kireçlenme, eklem ağrısı gibi bulgulara rastlanılmıştır.
''lüksler zamanla ihtiyaç haline gelir ve yeni zorunluluklar ortaya çıkar.''
işte bu nedenledir ki avcılar da tahıl üretimine zamanla daha fazla zaman ayırınca yavaşça çiftçiye dönüşmüş oldular. avcı toplayıcılıkta doğurganlık önemli değildi. bu yüzden nüfus azdı. insan, daha rahat yaşarım düşüncesiyle buğday işine girişti ve buğdaya bakmak mecbur olduğundan daha fazla insan gücü gerektirmekteydi. daha fazla insan, aynı zamanda daha fazla ürüne ihtiyaç demekti. daha fazla ürün için ise yine daha fazla insan gerekiyordu.
6. bölüm
avcı toplayıcılar gündelik yaşardı, yarınlarını düşünmezlerdi hiç. çiftçiler ise hasat zamanı, mahsulün yetip yetmeyeceği, su baskını, suyun yüksekliği gibi konuları düşünerek matematiğin doğmasına giden yola ön ayak oldular.
insanlar eşit yaratılmamıştır. (ki bunu platon da söylemektedir: altın, gümüş, demir) her birey farklı bir şekilde evrimleşmiştir ve eşitlik, dini bir hayaldir. yani eşitlik yoktur fakat her insanın özünde eşit olduğuna inanırsak bir işbirliği sağlanmış olurdu.
bu sebepledir ki üstün sapiensler, yöneticiler, liderler, zenginler yönetilenlere, fakirlere, sıradan insanlara eşitliği sundular ve buna inandırdılar.
voltaire şöyle der: ''tanrı yoktur ama bunu sakın hizmetkarıma söylemeyin, yoksa geceleyin beni öldürür.'' işte bunu eşitliğe çevirebiliriz: ''hiç kimse eşit değil fakat bunu vatandaşlarımıza söylemeyin yoksa bizi devirirler.''
din de bir şirket gibidir. aslında ortada gerçek bir şirket yoktur fakat bu şirket hisselerini alanlar, bir şirket varmış gibi davranır ve inanırlar.
7. bölüm
insanoğlu yazıya geçmeden önce iletişim kurabiliyor, konuşabiliyordu. yazı ise sonradan ortaya çıktı ve sebepleri ise ekonomikti: vergi toplama, eşya sayısı yazma vs.
araplar, rakamların ilk halini hintlileri işgal ettiklerinde öğreniyorlar ve geliştirerek de dünyaya sunuyorlar.
8. bölüm
insanoğlu geliştikçe kendi menfaatlerine çalışmayı daha da geliştirdi ve din, eşitlik gibi kavramlar icat etti. bütün bunlar da yine kendisinin üstünlüğünü pekiştirmek içindi.
hayali düzenler (altın, gümüş, demir gibi krallar, rahipler, soylular vs.) sınıflar yarattı ve her bir sınıfa, gruba bir görev tanımladı. bu sınıflar da kendilerine verilen görevleri yapmayı kabul etti ve üstelik bu sınıflandırmanın, görevlerin tanrı'dan geldiğine inandı. bu kısırdöngü günümüze kadar devam etti.
örneğin hindu kast sistemi'nde indo-aryan halkları hint topraklarını işgal ettiklerinde kendileri aslında daha azınlıktı. fakat halkın kendilerine karşı gelmemeleri için bir kast sistemini geliştirdiler ve halkı belli sınıflara ayırdılar. her sınıfın belli bir mesleki görevi vardı ve sınıflar arasında geçişi bırakın yemek paylaşılması bile sakıncalıydı.
işte bu sistem ile halkın bir bütün olması engellendi ve azınlık olan kendileri, büyük bir kitleyi yönetemeyeceklerinden kendileri gibi azınlık grupları oluşturdu ve bu azınlıkları kolayca yönetmeye koyuldu.
kadın-erkek ayrımının temel sebebi güç değildir. keza güç sebebiyle bir ayrım olsaydı en güçlü insanlar lider seçilirlerdi. bunun sebebinin harari, saldırganlık olduğunu söyler. erkekler saldırgan oldukları için kadınları bastırdılar. saldırganlık olmayan işlere ise kadınlar ilgi duymadılar.
bu saldırganlık kadınlar için başladı. yani erkekler, bir kadına sahip olabilmek için diğer erkeklerle mücadele etti. liderlik, saldırganlık durumu insanın hayatta kalma genini geliştirdi. kadın ise çocuk doğurdu ve ona bakması gerekti. mücadeleden galip ayrılan erkek tarafından da ihtiyaçlarının karşılanması beklentisine girdi.
burada harari bence güzel bir soru sorar: kadınlar neden bunun için erkeklere ihtiyaç duydular? neden diğer kadınlarla bir işbirliği içerisine girip ihtiyaçlarını karşılamadılar?
9. bölüm
ilk evrensel düzen ekonomi üzerinden yükseldi: parasal düzen.
ikinci evrensel düzen siyasiydi: imparatorluklar.
üçüncü evrensel düzen ise dindi: büyük kitlelere hitap eden budizm, hristiyanlık, islamiyet vs.
fakat bu üç düzenden de en güçlüsünün para olduğunu şöyle açıklıyor harari bey: aynı tanrı'ya inanmayan, aynı krala itaat etmeyen insan seve seve aynı parayı kullanabiliyorlar.
10. bölüm
bu bölümde harari, paranın gücünü araştırıyor. bir önceki bölümde değindiği üzere dinlerin ve kralların başaramadığı bu ortak inancı, paranın nasıl başardığını irdeliyor.
tarihte bilinen ilk para niyetine kullanılan nesne arpa idi ve sümerler kullanmaktaydı. başka şekilde deniz kabuğu gibi değişik şekilli nesneler de kullanıldı ve dünyanın, günümüze dek yaratılmış en evrensel ve karşılıklı güven sistemi oluverdi.
para ise bir nesne değildir. dolar, sterlin, euro... adına her ne derseniz deyin aslında tüm bu şeyler insanların kolektif bir biçimde hayal güçlerinde oluşturup inandıkları şeydir.
peki tanrı'da, krallarda toplanamayan bu bütüncül inanç parada nasıl toplandı? çünkü herkes paraya inanmak istedi. misal deniz kabuğunun bir değişim aracı olduğuna demirci inandı ve ayakkabıcıya gidip ayakkabı karşılığında kabuklardan verdi. ayakkabıcıda 'eğer ben bu kabuklarla ona ayakkabı verirsem, ben de bu sefer fırıncıdan ekmek alırım' inancı oluştu ve kabul etti. ardından hem fırıncı hem ayakkabıcı hem de demirci deniz kabuğunun değişim gücüne inandı ve öyle de kalmak istediler.
daha sonra para, mezopotamya'da gümüş olarak ortaya çıktı. paranın değeri gümüşün ağırlığıyla ölçülüyordu. ilk madeni para ise lidya kralı alyattes tarafından gümüş ve altın karışımı ile bastırıldı. bu paranın ilk hali olan gümüşten daha avantajlı bir yanı vardı. ilk gümüş paraların ağırlığı tartılıyor ve ona göre değer biçilirken, lidya kralının bastırdığı parada ise paranın içinde ne kadar altın ve ne kadar gümüş olduğunu gösteren işaretler vardı. bu yüzden ölçülmesine gerek kalmıyordu.
ayrıca yine kendi otoritesini temsil eden işaretler sayesinde de paraya duyulan bir güven sağlama alınmış oluyordu. tıpkı doların üzerinde olan in god we trust ibaresi gibi.
11. bölüm
devletlerin, başka uluslar üzerindeki emperyal faaliyetlerini inceleyen bu bölümde; imparatorlukların önce başka bir toplumu fethettiğini, ardından bu fethedilen kişilerin zamanla imparatorluğu benimsedikleri ve belli bir süre geçtikten sonra istila edilmiş toplumun sanki imparatorluğun yerlileriymiş gibi hükümdardan bazı haklar ve özgürlükler talep ettikleri belirtiliyor.
imparatorlukta yaşadıkları süre boyunca imparatorluğun kültürü ile beslenip, özellikleri ile etkilenen bu fethedilen toplum; imparatorluk yıkıldıktan sonra da imparatorluğun geleneklerini ve kültürünü yaşatmaya devam ederler.
tıpkı tarihin en büyük imparatorluklarından biri olan roma imparatorluğu'nda olduğu gibi, kralın fethettiği yerlerde yerel halk artık günümüzde latince dua edilen roma dinine inanmaktalar.
bunların yanında imparatorlukların getirdiği bazı iyi yanlar da mevcuttur. misal roma imparatorluğu bu kadar büyük ve refah içerisinde olmasaydı dönemin filozofları * düşünmek için yeterli zaman lüksünü bulamayacaklardı.
12. bölüm
dinler hakkındadır. ilk dinlerin kişiye özgü bireysel olduklarını, günümüz dinlerinin ise evrensel olduğunu belirtir.
dini inanışların ortaya çıkmasına tarım devrimi de destek olmuştur. çünkü insanlar yağmur ve bereket istedikleri için tanrılara adaklar kestiler. bu yüzden de onlara göre çok güçlü tek bir tanrı yoktu. mutlak gücü paylaşmış olan, her işin kendine özgü küçük tanrıları vardı. bu küçük tanrılarla anlaşmak onlara daha kolay geldi.
daha sonraları ise çok tanrılı dinlerden yavaş yavaş tek tanrılı dinlere geçiş başladı fakat pek etkili olduğu söylenemez. bilinen ilk tek tanrılı din, mıö 1350 yılında mısır firavunu akhenaten'in ülkedeki ufak tanrılardan biri olan aten'i tek tanrı ilan etmesiyle başladı. fakat firavun öldükten sonra halk yine eski ufak tanrılarına tapmaya devam etti.
yahudilik'in evrenselliği yakalayamama sebebi ise öğretileri ve tebliğleri ile yerel bir din olmasındandır. çünkü tevrat, sadece bir avuç israil topraklarını kutsal sayar ve sadece yahudi ulusa önem atfeder. dolayısıyla diğer milletlerin kendilerine alacağı pek bir şey yoktu.
hristiyanlık da çok tanrılı dinlerden izler taşır. hristiyanlıkta azizeler ne ise çok tanrılı dinlerde de küçük tanrılar oydu.
düalist din: 2 tane tanrı vardır. birisi iyi, diğeri ise kötüdür ve bunlar birbirleriyle savaşır. (bkz: zerdüştlük) bu açıdan ele aldığında islam da düalist bir din oluveriyor. çünkü iyi şeyleri veren rab iken kötü şeylerin sorumlusu ise şeytandır.
ve en ilginç noktalardan bir şeyi daha ifade ediyor: ideolojiler de bir dindir.
''ama ideolojilerin tanrısı yok ki'' söylemine karşı budizm dininde de bir tanrı olmadığını fakat budizmi bir din olarak sınıflandırdıklarını belirtiyor.
tıpkı dinler gibi ideolojilerin de kendine ait kitapları, bayramları, kuralları, inançları ve yasakları vardır.
şöyle de ilginç bir soru ortaya koyuyor:
hitler, yahudiliği zayıflık olarak gördüğünden bu dinden olan kişileri yok ediyordu ve herkes hitler'e rahatlıkla zalim ve vahşi diyebiliyorken; abd'de beyazları siyahilere karşı üstün görüp siyahları köle yaptıkları için neden aynı oranda abd vahşilikle suçlanmıyor?
13. bölüm
ticaret, imparatorluklar, evrensel dinler dünyadaki tüm toplumları birleştirip küreselleştirdi.
bu bölümde, bu 3 unsurun başarısını ve küreselleşmeyi nasıl sağladığını anlatmaktadır.
14. bölüm
tarihteki ilk atom bombası, abd'nin new mexico eyaletinde 1945 yılında test amaçlı patladı.
bir bilginin en önemli olduğu kısım, doğru olup olmaması değil; bizi güçlendirip güçlendirmediğidir.
barutu ilk kez çinliler bulmasına karşın ateşli bir patlayıcıya dönüşmesi için aradan 500 yıl geçmesi gerekiyordu. çünkü çinliler, barutu çatapat olarak kullanmaktaydılar.
(misal burada görülüyor ki barutun öneminin bilgisi, çinlileri güçlendirmemiştir.)
15. bölüm
bilimsel gelişmelerle devletlerin birlikte bir çıkar için buluştuğunu söylemektedir:
güneş'in dünya'ya uzaklığını ölçmek isteyen ingilizler bunun için uzak asya'ya gidip gözlem yapmaları gerekiyordu. bu sebeple ingilizler avustralya, yeni zelanda ve tasmanya gibi ülkeleri keşfetmişlerdi. ve bu ülkelere ingiltere krallığı adına el koymuşlardı.
çünkü bu seyahatlerini kralları karşılıyordu ve kral, sırf bir gözlem için o kadar masraf yapmak istemiyordu. böylelikle dünya'da hem bilimsel gelişmeler hem de gelişmelerden zenginleşen ülkeler ortaya çıktı.
1770'lerde ingilizler, aborjinler'den mutlak derecede üstündü ve avustralya, ingiliz sömürgesine dönüştü.
iyi ama o dönemde çin veya osmanlı da aborjinlerden mutlak derece üstündü.
peki niye avustralya kıtası ingilizler tarafından sömürüldü de bir çinli veya osmanlı kaptanı bu işi başaramadı?
bugün baktığımızda bütün her şey batı merkezli. herkes batının dilini konuşmak istiyor, batı gibi giyiniyor ve batı müziklerini dinliyor? peki neden?
daha da ötesi abd ve ingiltere sanayileşmede, ekonomide farkı bu kadar açmışken nasıl oluyor da almanya ve italya bu seviyelere yetişebiliyorken; türkiye yetişemiyor?
cevap: çünkü buhar makinelerini, teknolojiyi, sanayiyi iyi kötü, bir şekilde kopyalayabilirsiniz fakat batı'da ortaya çıkıp olgunlaşması yüzyıllar süren değerleri, mitleri, hukuki araçları, sosyo-politik yapıları kolayca kopyalayıp içselleştiremezsiniz.
yani düşünce yapısı değişmeden bir şeyleri başaramazlardı?
buna en güzel örneklerden bir tanesi colomb'dur. incil ve eski haritalara o kadar çok inanıyordu ki, keşfettiği bahamalar'ı yeni bir kıta olarak hiç düşünmedi. burayı hindistan olarak düşünmüştü.
daha sonraları bu kıtayı birçok kez ziyaret eden amerigo vespucci, ilk kolomb'un uğradığı bu yerlerin aslında asya değil yeni bir kıta olduğunu ileri sürmüştü. o dönem güncel bir dünya haritası oluşturmak isteyen kişi ise haritasına amerigo ismini vermiş, bu harita dünya genelinde çok sayıda kopyalanınca da kıtaya da isim yanlışlıkla da olsa koyulmuş oluyordu.
avrupa, asya'nın çok gerisindeyken bile avrupalılar bilimsel ve kapitalist bir zihniyetle düşünüyorlardı. bu düşünce sistemleri ile kıta avrupasında bir potansiyel birikti ve sonunda açığa çıkması kaçınılmaz oldu.
avrupa bu potansiyele ise önce cehaletini kabul ederek başladı.
bilmediği şeyleri düşündü ve merak etti, merak ettiklerini ise araştırarak bulma yolunu seçti. yani bilgi için fethet projesi başlamış oldu.
osmanlılar, çinliler, araplar, romalılar veya moğollar ise bilgi için fetih yerine toprak, güç, dinleri ve ideolojileri için fetihler yapıyordu.
ayrıca bu topluluklar fethettikleri toprakları korumak için komşu toprakla savaşıyor, komşudan aldığı toprağı korumak için yine diğer komşu toprağa saldırıyordu. hiçbir millet, işin en başında ilk uzak toprakları fethetmeyi düşünmemişti.
çinliler, kolomb'dan daha iyi gemilere sahipti fakat gittikleri yeni ülkeleri fethetmeyi hiç düşünmediler.
aztekler yahut inkalar etraflarındaki dünyayı hiç merak etmediler.
ispanyollar, aztek diyarlarına gittiklerinde aztekler, başlarında şapka ve üstlerinde değişik kıyafetler bulunan bu gemi kaptanları tanrı veya ölmüşlerin ruhu sanmışlardı. sayıca daha az olan ispanyollar, yerel halkla hiç uğraşmadı.
görüşme için gitti aztek liderini kendi sarayında tutsak etti ve kabileyi, hala bu liderin yönettiğini düşünmelerini sağladı.
lakin aztek seçkinleri, durumu anlayınca kendilerine yeni bir lider seçtiler. ispanyollar ise bu bilgiyi, aztekleri tamamen parçalamak için kullandı. yerli halkı, bu aztek seçkinlerine karşı kışkırttı ve aztek, kendi kendine sonunu getirip ispanyolların sömürgesi oluverdi.
işte bu sınırlı görüş sebebiyle inkalar da nasibini almıştır. etraflarındaki dünya'ya kayıtsız kalmaları sonucunda onların da sonu aztekler gibi olmuştur. tıpkı coğrafi keşiflere kayıtsız kalan osmanlı, çin veya hindistan gibi.
bu asya toplulukları, yeni keşiflere ilgi duymaya başladığı an iş işten geçmişti bile.
16. bölüm
bankalar, yaptıkları iş itibariyle aslında birer saadet zincirine benzemektedir. nitekim tüm bankalar, kendine ait olmayan paraları başkalarına kredi olarak verir. parasını bankaya yatıran da, bankadan kredi çeken de bu işi geleceğe güvendiği için yapar.
krediyi çeken iyi bir yatırımla kar yapacağını düşünür, banka da bu düşünceye inanır, parasını bankaya yatıran kişi ise krediyi çeken adamın yatırımının piyasada işleyeceğine güvenerek bu sistem böyle devam eder.
tarihteki ilk kredi bilindiği kadarıyla sümerler zamanına uzansa da o dönemlerde kredinin gelişmemesinin sebebi de geleceğe güvensizlikti. yarına dair büyük umutlar olmayınca kimse gelecekteki bir işin büyüyeceğine ve bu işe yatırım yapanların da büyüyebileceğine inancı yoktu.
aslında bu iki durum da kendi döngülerini yaratıyordu: geleceğe dair umut yoksa kredi de yok -> kredi yoksa yatırım yok -> yatırım yoksa ekonomik büyüme yok -> ekonomik büyüme olmayınca da umutlar yine yoktu.
imparatorluklar dönemindeyse krallar, ihtiyaç duydukları parayı savaşlarla, vergilerle, ganimetlerle topladıklarından kredi sistemine ve yatırımcılara/bankerlere çok az ihtiyaç duymuşlardı.
tarihte kredilere duyulan ilk büyük güven hollandalılar sayesinde gerçekleşti. çünkü hollanda, zamanın diktatör krallarına karşın hukuk sistemini geliştirdi ve bireysel haklar ile özel mülkiyeti üstün tuttu. bunlara ek olarak da kredi karlarını zamanında ödemeyi taahhüt ettiler.
misal krallıkla yönetilen ispanya'ya yatırım yapan bir kişi, sözü verilen karı alamayınca hakkını arayacak bir kanun veya merci yoktu.
üstüne üstlük kral, topladığı bu paralarla savaşa giriyor ve savaşları da kaybediyordu.
işte bu noktadan sonra ekonomik büyümenin, kar marjlarını arttırmanın, zenginleşmenin artık savaşla olmayacağını idrak ettiler. barış, zenginleşmek demekti.
işte günümüzde de birçok kredi derecelendirme kuruluşu* ülkelerdeki hukuk üstünlüğüne, demokrasilerine ve siyasi gelişmelerine hatta kültürel etmenlere göre puanlar veriyor. ve yatırımcılar da güvenmediği ülkelere yatırım yapmak istemiyor.
borsacılık ile savaşlar eskisi gibi olmasa da bir ülke, diğer ülkenin iç meselelerine ticari menfaatleri için çok rahatlıkla karışabiliyor, zorluyor ve tehdit ediyordu.
misal ingilizler, ülkelerinde yunanlıların osmanlı'ya karşı zafer kazanacağına dair hisseler satmıştı ve bu zafer kesinlikle olmalıydı. bu yüzden ingilizler, yunanlılara yardım ettiler.
zamanla gelişen kapitalist sistem, zenginleşen insanlar arasında daha da fazla bir açgözlülük yarattı. birçok kapitaliste göre devlet, ekonomiyi serbest bırakmalı ama aynı zamanda da kendilerini gelebilecek bir zarardan da korumalıydı.
adam smith, serbest bir ekonomik modelde bir ayakkabıcı kar yaptıkça, bu karı arttırmak için daha fazla işçi çalıştıracağını, daha fazla işçi ve daha fazla kar yine daha fazla işçi çalıştırmayı doğuracağını belirtmişti. ve böylelikle herkes refaha erecekti. fakat ya ayakkabıcı, daha fazla işçi almak yerine mevcut işçilerini daha fazla çalıştırırsa ne olacaktı?
buna da smith ''işçiler, rakip ayakkabıcıya gider'' diyerek kendi sisteminin bu sefer yeni ayakkabıcıda gerçekleşeceğini savunmuştu. bunların hiçbiri olmadı çünkü köle ticareti her şeyi değiştirdi. kapitalistler sadece karın tokluğuna çalıştırdıkları köleleri edinmişti bile.
işte buna vahşi kapitalizm diyor harari. kapitalistlerin bunu savunmasını da iki sebeple açıklıyor:
1) komünizm daha kötü, kapitalizm kötünün iyisidir.
2) kapitalizm mükemmel değil fakat zamanla mükemmeleşecek.
harari'ye göre dünyadaki güç dengesi de şu sıralamada değişti: asya -> ispanya -> hollanda -> fransa -> ingiltere
şöyle güzel tarihi bir bilgi de mevcut bu bölümde: atlantik'i yağmalayan hollandalı bir şirket, ticareti kontrol edebilmek için hudson nehri güneyindeki bir adada new amsterdam adında bir şehir kurdu. fakat bir yandan ingilizlerle diğer yandan da kızılderililerle daha fazla baş edemediler ve ingilizler buraya çökerek adını new york olarak değiştirdiler.
bu sefer ingilizler, kızılderililerle karşı karşıyaydı ve şehri bu yerlilerden korumak için bir duvar ördüler: wall street.
17. bölüm
buharlı makinelerin icadını anlatmaktadır. daha önce birçok insan, mutfakta yemek yaparken veya çay demlerken kaynayan suyun kapağı oynattığını görüyor ve biliyordu. fakat kimse ısının gücünü görememişti. ısı, bir şeyleri hareket ettirebiliyordu.
ingiltere'de odun yerine kömür kullanılmasıyla bu ısı enerjisi daha da yükselmiş ve kömürün bir anlık patlamasıyla yüksek derecede ısı enerjisinin gücü keşfedilmişti. ingilizler bundan sonra kafalarını daha çok buna yorarak bu gücü makinelerde kullanmayı düşündüler.
aslında ikinci tarım devrimi olan sanayi devrimi ile artık zaman kavramı da hızlandı.
çin'de barutun bulunmasıyla bunun top ve tüfeklerde kullanılması arasında 500 yıl varken; einstein kütlenin enerji gücüne çevrilmesini* bulmasından sonra atılan ilk atom bombası arasında sadece 40 yıl var.
daha önce 100 çiftçi 50 kişiyi beslerken artık 5 çiftçi 100 kişiyi besleyebiliyor. peki bu kadar artan ürün ne olacaktı? işte devreye bu sefer reklamlar giriyor.
kendinizi özel hissettiren sözlerle, ışıltılı paketlerle, ne yapmanız gerektiğini söyleyen reklamlar sizi tüketim toplumuna davet etmektedir. hemen hemen hepsi sizi harcamanın haz getirdiğine, tutumlu olmanın ise kendinizi baskıladığınıza inandırmaya çalışır: just do it.
misal önceden aristokratlar paralarını lüks şeylere harcarlarken, çiftçiler birikim yapar ve tutumlu davranırlardı. günümüzde ise artık tam tersi bir durum söz konusu: zenginler, yatırım ve varlıklarına dikkat ederek yaşarken; yoksullar ise hiç ihtiyacı olmadıkları şeyleri borca girerek almaktadırlar.
18. bölüm
ilk ticari tren manchester ile liverpool arasındaydı ve trenin kalkış saatleri yazsa da varış saatleri yazmıyordu. çünkü iki şehir de farklı bir saat dilimini kullanmaktaydılar.
trenler hızlandıkça kafa karışıklığı daha da artmıştı. 15:30'da bir şehirden binen bir kişi, yarım saat sonra indiği şehirdeki saate baktığında yine 15:30 görebiliyordu.
bu yüzden tren şirketleri kafa kafaya verip tüm çizelgelerini greenwich saatine göre ayarladı. gittikçe bu daha popüler oldu ve hükümet yeni bir yasayla tüm ülkede bu saat diliminin kullanılacağını belirtti.
tarihte ilk kez bir ulusal saat kullanılmaya başlanmıştır.
geçmişte aile ve toplum güçlüyken, günümüzde bunların yerini piyasa ve devlet almıştır.
devlet ve piyasa, birbirlerine yabancılaşmış bireylere daha kolay edebilirdi. bir apartmanda kapıcıya 'ne kadar ödenmeli' konusunda dahi anlaşamayanlar devlete karşı nasıl direnebileceklerdi ki? işlem basittir: piyasa, bireyleri sömürür. devlet ise polisiyle, ordusu ve bürokrasisiyle piyasayı bireylere karşı korur.
önceleri savaşta ölenlerin sayısı daha fazlayken, günümüzde ise intihar sayıları diğer ölüm türlerinden daha fazla. atom bombasının bir ülkeye neler yapacağı anlaşıldıktan sonra bir nevi zorunlu barış dönemi sürmekteyiz. ki artık günümüzde savaşlar artık karlı bile değil.
çin'in abd'yi işgal ettiğini düşünün. silikon vadisi veya hollywood fethedildiğinde bütün bunlara çin mi sahip olacak artık?
hayır.
eskiden güç topraktaydı, altındı, gümüştü, madendi. şimdi ise güç akıl.
silikon vadisini veya hollywood'u değerli kılan şey, içinde çalışan beyinlerdir.
bu yüzden de devletler artık güneş, rüzgar gibi tükenmeyen, yenilenebilen enerji kaynaklarına yönelmelidir. petrol bir gün elbette son bulacak.
19. bölüm
bu bölümde eski insanlar ile modern insan arasındaki mutluluk değerlerini ölçüyor. geçmişte bir adet muz bulan sapiens ile bugün lotodan para kazanan insanın mutluluk derecelerinin hemen hemen aynı olduğunu belirtmekte.
20. bölüm
son bölümde ise modern insanın evriminin teknoloji ve biyoloji bilimiyle gelişeceğini öngörüyor.
biyonik kollar, cyberborg vücutlar, yaratıcı seviyesine yükselen bilim ile farklı türde hayvan oluşturulması gibi bundan yıllar sonra belki de çok farklı canlı türlerini, günümüz modern insanının yaratabileceğini düşünüyor.
bizim geçmişte dinozorlara veya sapienslere baktığımız gibi gelecekte yaratılan canlılar da bize öyle bakacaklardır diyor.
son sözü: insanlar gitgide tanrılaştı. doğayı, hayvanları ve çevreyi ise kendine kullaştırdı/köleleştirdi.