1996'da Kotul Jandarma Sınır Karakoluna Sürgün Edilen Bir Çavuşun Askerlik Anıları

Hakkari'nin İran sınırına yakın olan Kotul'a, terör olayları zirvedeyken sürgüne gönderilen bir askerin anılarını mini bir kitap niyetine okuyabilirsiniz, buyrun.
1996'da Kotul Jandarma Sınır Karakoluna Sürgün Edilen Bir Çavuşun Askerlik Anıları

izmir komando taburu acemiliğinden sonra, hakkari yüksekova'ya usta olarak gönderildik. 96 yılıydı. askerliğin 18 ay olduğu dönemler. ortalık kan ağlıyor, kuzey ırak operasyonları yapılıyor, silah ve çatışma haberleri, sesleri her yerden hissediliyordu. önce van'da (hala var mı bilmiyorum) toplanma merkezi olan van tümende yol güvenliğinin sağlanıp birliğimize ulaşmak için yaklaşık 8 gün bekledik. tümen içinde hikayeler bitmiyor. şöyle çatıştık, şöyle olmuş vs. üstüne bir de helikopterler çatışma bölgelerinden yaralılar taşıyor habire. korku yok ama bir sanal gerçeklik duygusu var. metalik bir duygu. sekiz gün sonra tam techizat silahlarımızı kuşanıp araçlarla yüksekova'ya doğru yola çıktık. yol boyu dağların arasından, neredeyse 1-2 km aralıklarla kurulmuş kontrol noktalarından, uzun bir tedirginlik sonucunda birliğimize vardık.

ilk gün ustaların yaptığı saçma sapan şeyleri anlatmadan geçelim. bir iki gün eğitim ve hikayelerden sonra başladık ufak çaplı gece intikallerine. gittiğimiz ilk gece yüksekova askerlik şubesine roketarlı saldırı yapılmıştı zaten. bize üst devreler, buna çömezleri karşılama töreni derler diye gülüşerek takılmışlardı. oraya desteğe gittik ama şükür kazasız belasız olay atlatılmıştı.

zaten yaz mevsiminde gitmişiz. çatışmaların en yoğun olduğu dönem, operasyonlar yoğun. mecburen başladık bizlerde yakın tepelerden başlayarak gece pusuya çıkmaya. ilk günler rutin gece sabaha kadar bir dağ ya da tepelere intikal ederek 2 günlük mevzilerde sabaha kadar pusuda bekleyerek geçti. tabi bir sürü hadise yaşandı ama olan biten her şeyi burada anlatamam.

ilerleyen günlerde bir asteğmen kendisine "komutanım" demediğimi idda ederek beni bölük komutanıma şikayet etti. konunun aslı "komutanım" dememe meselesi değildi ama ne olduğunu burada askeri sırlara girer diye anlatmayayım. yaptığı bir kansızlığı görmüş, itiraz etmiştim ve kellem gitmeliydi. olay nasıl olduğunu bilmediğim bir şekilde büyüdü ve bana kotul jandarma sınır karakoluna sürgün kararı çıktı.

kotul jandarma sınır karakolu iran ile türkiye sınır taşlarının bulunduğu sınırın sıfır noktasında kotul dağının eteklerine kurulu bir dağ karakoludur. neyse ilk sevkiyatta beni de helikopterle kotul'a gönderdiler. gittiğim ilk gün jandarma ekibine katılarak gece kotul dağı eteklerine kaçakçı pususuna gittik. hiç unutmuyorum acayip bir dolunay ve çok sıcak esen bir rüzgar vardı. o gece iran urumiye'den türkiye'ye katırlarla eşya geçiren kaçakçıları yakalayarak karakola geri döndük. bilenler bilir, hakkari yüksekova için doğunun paris'i derler. dünyada çıkan herhangi bir elektronik cihazı daha pazara girmeden yüksekova'da bulursunuz. hem de çok ucuz fiyata.

neyse yakaladığımız katırlarda bol miktarda fotoğraf makinesi, elektronik malzeme ve sigara vardı. hepsi kayıt altına alındı ve mavi etiketli kırmızı paket marlborolardan birer pakette operasyona giden askerlere 17 kişiye verildi.

sonra sürgüne niye geldin geyikleri başladı ama kimseye bir şey anlatmadım.
karakol komutanı beni bir jandarma timine katarak kotul dağına iki günlük gece intikallerine yolladı. çavuşluk rütbem vardı ama sürgüne gittiğim için sökülmüş, ya da bana öyle söylenmişti. neyse erzaklarımızı sırt çantamıza yükleyip kotul dağına gittik.

ah kotul dağı. gece dağ pusularını bilenler bilir, akşam 7 ile sabah 6 ya kadar mevzide ayakta nöbet tutarsın. uyumak, konuşmak, ses yasaktır. bölge zaten o zamanlar çok hassas. en ufak bir çıtırdı olsa basıyoruz mermiyi. (o dağda yaşanılanlar, çatışmalar vs anlatılmasın kalsın) ama o mevzilerde gece bir saatin bir gün gibi uzun olduğunu anlatabiliriz. sabah olmaz o dağda. sizi güneşin batışı uyutmaz, güneşin doğuşu da ayıltmaz. siz zaten o saatlerde uyanıksınız ve ayaktasınızdır.

önünüzde, ayaklarınızın altında urumiye ovası ve ışıkları, zirvede siz ve karanlık, karanlık ve zamanın durması, her şeyin anlamını yitirmesi, ölme isteği, bu günler bitmez şiirleri. yağmurlu günler öyle yıldırımlar düşer, öyle şimşekler çakar, öyle gök gürültüsünü hissedersiniz ki sanki bulutların içindesinizdir. ıslanırsınız, üşürsünüz, yorulursunuz, uykunuz gelir uyuyamazsınız, oturamazsınız bile. gözünüzü bile kırpmadan o pusuda beklersiniz işte. vatan kutsaldır, can tatlıdır arkadaş. can yanması, can kaybından daha iyi bir şeydir.

neyse günler iki gün dağda, bir gün karakolda geçmeye başladı. gece pusularında şiir yazardım içimden. sonra düşünürdüm cemal süreya, cahit zarifoğlu, turgut uyar, edip cansever, cemil meriç burda nöbet tutsa ne hissederler. hangi şiiri, hangi sosyal tanımlamayı yazarlar acaba. bu bir nevi içsel konuşmalardır.

mahrem şeyler çoktur elbet ama birazda iran karakollarından bahsedeyim. kotul ile perihan karakolu arasında iran'a ait bir sınır karakolu vardır. tabi adamlar askerlik yapıyor denmez. bir mt çapında bir taş düşünün işte, adına sınır taşı demişler, üstünde numarası var. bu tarafı bizim topraklarımız, taşın diğer tarafı iran toprakları.

sınır taşının yanında ayağımızı kaldırıp iran topraklarına basar gibi yapardık. iranlı asker: ağbey get get! diye bir şeyler bağırırdı. yanımızda bir gazeteden manken fotoğrafı, dergiden bir bikinili fotoğraf varsa onu gösterirdik. o da; mecelle, mecelle gel gel diye bizi karakola davet ederdi. o fotoğrafla iran karakollarından ateş yakmak için falan epey malzeme almışlığımız vardır. bazen birbirimizle konuşurduk. iran sınır karakolu komutanı, istanbul edebiyatta okumuş türkçe bilen biriydi. komutan dedim; bir playboy dergisi versek karakolu verir misiniz? gülüştük....

neyse gel zaman git zaman sürgünde üç ay geçmişti. bir astsubay vardı. zaten zor olan koşullarda hayatı daha da zorlaştıran saçma insanlar olur bilirsiniz. hani köyde çoban olacakken bir elinden tutmuş, hasbelkader bir şey olmuş, millete kan kusturan tip. kimse sevmiyor adamı. çünkü hakketen çok gıcık ve dağda bile kuralcılık oynuyor.

bir gece çok yağmurlu ama öyle böyle değil bir gece, pusuları bile su basmıştı iyi hatırlıyorum. öyle bir yağmur mevzide uyuyup uyumadığımızı kontrol için kendince hain bir plan kurmuş. bilenler bilir, mevzilere giden patika yolların 1-2 mt dışına mayın döşenir. çünkü patika yol belirgindir ama diğer yerlerden fark edilmeyen bir sızma olursa diye. bizim astsubay'da 1 mt sınırından biraz daha içerden ama patikadan da değil, mevzide bizi uyuyuyp uyumadığımızı kontrol için sözde sızma yapıyor. tabi yağmur çok yağınca oluşan sel bir mayını almış patikaya daha da yakın bir yere getirmiş. arkamızda mevziye çok yakın bir yerden "gümmmm" diye bir ses. bir döndüm sanki topraktan bir alev çıktı. ve komutanın sesi "ahhh yandım"....

gittik baktık ayağı kopmuş, karakola haber verdik, ilk müdahaleyi yaptık, skorsky helikopter istedik ama hava şartlarından dağa gelemediği için komutanı battaniyeye sarıp gece yarısı karakola indirdik. bir saatlik yol. teallam o yol boyunca olanlar, komutanın bize pişmanlıklarını anlatışı, sizi uyurken yakalamak için patika kenarından geliyordum deyişi hala gözümün önünde.

neyse karakoldan helikopter aldı götürdü astsubayı. iki ay sonra sanırım kurban bayramıydı. trt ankara gazi ordu evinden gazileri gösteren bir yayın yapıyordu. baktım bizim komutan tekerlekli sandalyede. ağladım lan, nasıl bir vicdanım varsa.

neyse askerliğin en garip yanlarından biri de gece teröristlerle yapılan psikolojik sataşmalardı. sabaha kadar telsizden -geldik, geliyoruz, bu akşam ordayız, hepinizi gömeceğiz gibi tehditlerle konuşur, ahmet kaya, ferhat tunç ve heval türküleri dinletirlerdi. bir gece bir dağ başında baya ürkünç şeylerdi bunlar ama biz de ana avrat dümdüz giderdik. (hızlı geçiyorum)

sınır karakolu sürgünümün dört ayı geride kalmıştı. bir gün alay komutanının sınır karakollarını ziyarete geleceği haberi geldi. yollarda mayın taraması yapılması istendi, yaptık. içimi nedensiz bir sevinç kapladı.

komutan gelmiş tabi biz dağdayız haberimiz yok. telsizden haber geçildi.

-acil karakola gel.

teçhizatı kuşandım, dağdan karakola indim. karakol komutanının odasına girdim selamımı çaktım, herkes orada. alay komutanı da.

-hazırlan oğlum helikopterle ziyaretler sonrası birliğine geri dönüyorsun.

şok oldum. sürgün bitmiş üstelik koskoca alay komutanıyla geri yüksekova'ya dönecektim.

-emredersiniz dedim.

hazırlandım, vedalaştım ve birliğime geri döndüm.

alay komutanının postası devremdi ve van tümende, ilk gün arkadaş olmuştuk. ben sürgüne gelince komutana olanlardan bahsetmiş, komutan da konuyu inceleyip asteğmen hakkında disiplin soruşturması açmış ve ben affedilmişim. sonradan öğrendim ki o kansız asteğmenin yaptıkları açığa çıkmış ve aklanmışım. ilahi adalet işte.

neyse birazda çatışmaların hissettirdiklerinden bahsedeyim. 97'de xx (çift haneli sayı) arkadaşımı hakkari yüksekova'da bir çatışmada kaybetmiştim. kendim de hafif yaralarla kurtulmuştum. o gün bugündür içinde çatışma, şehit, terör kelimeleri geçen haberleri izleyemiyorum. konunun hassasiyeti nedeniyle çok fazla detaylara giremeyeceğim ama peşinen bu duygularımı bu satırları okuyanların anlayabilmesinin mümkün olmadığını da söylemeliyim. bilirsiniz ki, bir şeyi izleyenlerle o şeyi yaşayanların hissettikleri başkadır. o yüzden benim yaralarım bu satırları okuyanların hissedemeyeceği kadar derin. çünkü her haber, her çığlık, her bayrak, her feryat, her mezarlık, her resim beni alır ve o ıstırabın koynuna atar. her seferinde yeniden yenilir, yener, yaralanır, ölür ve öldürürüm. her seferinde arkadaşlarımın kanlı bedenlerine yeniden dokunurum. her sefer o lanet savaş sahnesine yeniden döner ve gerçekten yaşarım. gözümün önünden ve aklımdan hiç çıkartamam.

bir çatışmada, kafanızın üstünden mermiler geçer. barut kokuları, ölüm, oyuncaklarımız, çocukluğunuz, özlediklerimiz, anneniz, sevdiğiniz şarkılar, sevdiğiniz kız ve bir sürü şey… elinizde ise dünyanın en berbat oyuncağı vardır. hedefinizde bir başka insan… onun hedefinde bir başkası olan siz. oysa her şey ne kadar uzun sürerse sürsün, göz açıp kapamak kadar kısa anlar içinde gelişir.

ya ölür, ya yaralanır, ya korkar ya da kahramanlık yaparsınız. ama ne olursa olsun, savaş kimsenin kazanamayacağı kadar lanet bir kaybediştir. evet, vatan kutsaldır, kitap, namus, bayrak kutsaldır. askerlik kutsaldır falan ama susayım en iyisi. çünkü acısı geçmeyecek yaralar için kimse şehit ailelerinden daha fazla üzülemez. işte bu yüzendir ki acı yaşayanlarının yakasına izleyenlerden farklı olarak bir ur gibi yapışır ve kalır. evinizin balkonunda, odanızda, salonunuzda yatağınızda, elbisenizde, diş fırçanızda, traş takımınızda, fotoğraf albümlerinizde, çocukluğunuzda, gençlik yıllarınızda ve hayatın her döneminde o hatıralar ve kaybettiğiniz arkadaşlarınızın bakışları bir ayna gibi karşınıza dikilir. size gülümser, ama siz ağlarsınız. onlar hep gençtir, ama siz yaşlanırsınız. onlar sizinle konuşur, ama siz hep susarsınız. onlar hep size bakar, ama siz hep yüzünüzü çevirirsiniz. onlar size hep dokunur, ama siz elinizi uzatamazsınız. onlar size hep “üzülme!” der, ama siz kahrolursunuz. siz gidersiniz, ama onlar sizden hiç gitmez. işte bu yüzdendir ki her seferinde yeniden ölmek, bir çatışmadan yaralı kurtulmaktan çok daha kötüdür. bu yüzdendir ki çatışmada kaybettiğim bir arkadaşımın annesinin bana “oğlum bir gün gelecek diye sofraya hep bir tabak fazla koyuyorum.” dediği aklıma geldikçe sofrayı terk ediyorum… bu yüzden savaşlarda kazananların kahramanlıkları çok ürkünç, kaybedenlerin acıları çok korkunçtur. bu yüzden kim olursa olsun, hangi taraftan olursa olsun çocuklarından önce ölmek isteyen ama kendi elleriyle evlatlarını toprağa gömen annelerin gözyaşı tarifsizdir ve herkesin anlayacağı kadar yüzeysel değildir.

ahh kalbim. hepinizi çok özledim arkadaşlar. her aynaya baktığımda gülümseyişleriniz aklıma geliyor. annenizi ne kadar özlediğiniz, nişanlınıza yazdığınız mektuplar… gözyaşlarına boğuluyorum. artık silahlarından başka her şeyi susturan adamlar olmasın istiyorum. silahsız bir dünyada insanca yaşamak istiyorum. insan düşman olmasın, kimse hak etmediği bir ölümle tanışmasın, kazananı asla olmayacak bir savaşın acısı kimseyi ağlatmasın istiyorum.

maalesef gözyaşlarım daha fazlasına izin vermiyor ey ahali.
yalnız bilmelisiniz ki, duygular hariç her şey iyileşir.

allah bu ülkeyi, gençlerini, çocuklarını korusun.