SİNEMA 27 Temmuz 2023
12,7b OKUNMA     335 PAYLAŞIM

Aynı Anda Gösterime Giren Barbie ve Oppenheimer, Bize Sinemaya Dair Ne Anlatıyor?

Zıt kulvarlarda olmasına rağmen aynı gün gösterime giren Barbie ve Oppenheimer'ın sanatsal tutumu hakkında değil de direkt olarak mevcudiyetleri üzerine bir sinema monologu.

hikaye anlatımında genre blindness denen bir şey var, en bariz örneğini korku filmlerinde gördüğümüz. şişman ve gözlüklü bob, zemini gıcırdayan ahşap, eski, karanlık evde, aralık kalan dış kapıya bakıp omuz silker, hiç bir şeyden şüphelenmez bile ve kapıyı kaptamaya giderken ışıkları dahi yakmaz... biz de o sırada nefesimizi tutmuş, bir yandan öfkeyle "lan hiç mi korku filmi izlemedin?!" diye kafayı yeriz. aslında hikayedeki şişman karakter, içinde bulunduğu genre'ya (korku filmi) karşı kör olmuştur.

zaten beklediğimiz de budur. nihayetinde sahne ile izleyici arasındaki meşhur dördüncü duvar taaa antik yunandan beri mevcut. o kişilerin "kendi evreninde" öldüğünü kabul ediyoruz. bunu bazen sahne bize kör gözüne parmak yapıyor, bazen de ince, estetik bir şekilde. mesela the walking dead'deki zombie'lere hiçbir karakterin dizi boyunca "zombie" demiyor oluşu, aslında karakterlerin bir genre blindness geçirdiğinin göstergesi. eğer onlara walkers demek yerine zombie deselerdi, kendileri bir zombie evreninde olduklarını kabul etmeye daha yakın olacaklardı. biz, izleyici zaten onların zombie evreninde olduklarını biliyoruz da, oyuncular da bilince aramızdaki dördüncü duvar iyice inceliyor.

(bkz: https://the-take.com/…-say-walker-instead-of-zombie)

bazen film yapımcıları, genre blindness benzeri dördüncü duvarı inşa etmeye yardımcı olan etkenleri, veya bazen kendi hikayelerindeki "farkında oldukları açıkları" yara bandıyla örtebilmek için, bunu gözümüze sokarlar. mesela şişman elemanımız karanlık evdeki kapıya giderken "oh! welcome mr. jack the ripper" diye kendi kendine espri yapsaydı, hem klişe bir sahne yaptığını kabul etmiş olacaktı yapımcı, belki biraz genre blindness'ı yıkmış olacaktı, hem de izleyiciyi hazırlıksız yakaladığı için salonda bir iki kıkırdama duyulacaktı. bu tip durumlarda genelde yazarlar "yav biliyoz klişe sahne de, işte bi idare edin ki ilerlesin film, bak bu kısmı geçince hepsi size çok hoş gelecek" demek istiyor. buna lampshading adı veriliyor. aslında lampshading sadece bununla sınırlı değildir. mesela yazar metni yazarken bir yerde tıkanmıştır ve bir tesadüfe ihtiyaç duyar, o tesadüf olduğunda hikaye akabilecektir ama izleyiciye pek olası gelmeyebilir. yazar karakterlerden birine "annen seni piyango kuyruğunda mı doğurdu dostum ha?!" dedirtir, yani izleyiciye "farkındayız böyle tesadüf olmaz da, idare ediverin" demiş olur aslında. ya da duygusal bir sahne inşa etmemiz gerekir, ama çok da uzatmak istemeyiz çünkü "klişe" gelir yapımcı olarak bize, seyirciye "klişe olduğunun farkındayım" demek için o duygusal sahnenin bi tarafına salak bi espiri, awkward bir durum, bir anda errrkek olduklarını hatırlayıp kalın sesle konuşmaya başlamaları falan gibi sahneler gelir. bathos özel adını alan bu lampshading aslında her marvel filminde gördüğünüz için artık başlı başına klişeleşmiş diyebiliriz.

işin ilginç tarafı, bu klişeleri yıkmak için yapılmış "yav farkındayız" lampshading'lerin bir de farklı kullanımı olabiliyor. örneğin karakterlerinizden birisinin söylediği ırkçı bir söylemin, ırkçı olduğunun farkında olduğunuzu ifade etmek için başka bir karakterinize buna uygun metin yazabilirsiniz. barney stinson'ın kadınları eşya gibi görmesi, bunu lillypad'ın iğrenç bulduğunu söylemesi, yazarın aslında "hey, farkındayız iğrenç bu, ama hikaye bunun üzerine inşa edilecek" mesajını dördüncü duvarın arkasındaki size çıtlatmasıdır. yani "barney iğrenç diye beni vurmayın, bakın farkındayım iğrenç olduğunun" demek istiyor.


bunun bariz örneğini the big bang theory özelinde inceleyen bir video


ama bu yöntemle o "iğrenç" mesaj yine de iletiliyor? yine de söylemiş oluyoruz. hatta bazen salonu ikiye bölmüş oluyoruz, barney'e gülenler, barney'e gıcık olanlar, ve (bonus) barney'e lilly eleştiri yapınca gıcık olanlar...

bu tarz araçları ustalıkla kullanmak, metin yazarlarının, film yapımcılarının ne kadar usta olduğunun göstergesi olabilir. seyircinin kabul ettiği bir takım gerçekler var belirli bir medium'u tüketirken, örneğin star wars izlerken işin kılıcının fiziği hakkında kafayı yormazsınız, işin kılıcı size havalı bir kılıç olarak tanıtılmıştır ve buna ikna olursunuz. ama eğer kahramanlarımız bir yerde açlıktan ölmek üzereyken bir anda işin kılıçlarını çubuk kraker gibi yemeye başlasalardı "bu ne saçmalık!" derdiniz. halbuki diğerinden çok da az saçma değil mevzu? meşhur willing suspension of disbelief'in izleyicide yıkılmasına sebep olan hareketler bunlar. yani seyirci işin kılıcı denen şeyin var olduğuna inanmıyor (disbelief), ama bu inanmama olayını filmi tüketebilmek için askıya alıyor (suspension) ve üstelik bunu gönüllü yapıyor (willingly). sonra sen karakterlerine bunu çubuk kraker gibi kitir kitir yediriyorsun, çünkü berbat bi yazarsın, ve seyirciye de bunu lampshade ediyorsun ("luke says: aaa bunca zaman bunların tadının bu kadar iyi olduğunu nasıl fark edemedik").

bütün bu araçların ustalıkla kullanıldığı bir örnek: community'de abed gibi bir karakter yaratmak. dördüncü duvara tıklatabilecek zemini oluşturmuşsun, ve göz göre göre tıklaşan bile hala rahatsız etmiyor.

bottle episode mevzusu


the matrix'in özellikle ilk filminde bu araçlar ya kullanılmaya gerek duyulmamış, ya da ustalıkla kullanılmış olduğundan, ama son filminde (matrix 4) bunlar kör göze parmak kullanıldığından insanlar "iyice marvel oldu bu" dediler. aslında matrix'in güzelliği, tıpkı abed karakteri gibi, kendi içinde dördüncü duvar oluşturup ona tıklatabileceği bir zemine doğal olarak sahip olmasıydı.

keza barbie de öyle. tabii ki barbieland ile real world arasındaki etkileşim bize matrix'i hatırlatıyor. öyle ki, filmin pek çok noktasında bunu "gözümüze sokuyorlar". zaten filmin benim için olayı tamamen "gözümüze sokmak". barbieland ile real world arasındaki ilişkinin "the matrix" benzeri olduğunu söylemeye bile gerek yoktu, ama terlik vs. ayakkabı seçimi cheesy bir lampshading ile "farkındayız, hatta siz de farkında değilseniz buyrun burada" demek için oradaydı. yoksa seçimin kendisinin matrix'teki gibi bir önemi, altının çizildiği nokta yoktu, hatta seçim bile yoktu. o sahne olmadan da hikaye akardı.

tıpkı barbie'nin önce zihinsel olarak (ölümü düşünmek) daha sonra fiziksel olarak (düz ayaklara sahip olmak) bulunduğu evrende başkalaşım geçirmesi gibi. aslında bir şeylerin yolunda gitmediğine işaret ediyordu, çok da güzel etti. e peki o zaman şunu sorarım size: hem zihnen, hem de fiziksel olarak değişimi sembollerle anlattıysak, yazarlar neden bir de barbie'ye selülit problemi verdi? gerek var mıydı yani? basit bir espri altına gizlenmiş bir göze sokma mıydı? ayakların düzleşmesinden sonra hikayede buna ihtiyaç bile kalmadı, ama mesajı "anlamayanlara" anlatabilmek için ihtiyaç duyuyordu, gözümüze sokuyordu.

o yüzden film tekrara düşüyor (ve bunu bilerek yapıyor). (azıcık barbie spoiler geliyor bundan sonrasında) anne rolündeki america ferrera'nın barbie ağlarken ona çektiği feminist nutuk, anlaşılabilecek bir şekilde ilerlerken çok üzüyor, bir tirada dönüşüyor ve film bu noktadan sonra didaktikleşecek kadar göze sokuyor. doğrudan anlatılabilecek veya zaten anlatılmış pek çok şeyi "gözümüze soka soka" anlatıyor, ve bunun için sinemanın klişelerini de kullanıyor.

örneğin sinemada bence en dikkatli kullanılması gereken sekanslardan birisi the unfolding plan montage. barbie'nin beyni yıkanmış barbie'leri geri kazanmak için "bir soygun planıymışcasına" yapılan montaj sahnesi aslında. bu, yönetmenin çok şeyi "gerçekleşirken" aynı zamanda bir narrator ile (genelde lider) anlatması, böylece zamandan kazanmasını sağlıyor. ama yönetmenler bu araçla aslında yoğun bilgiyi zipleyip, estetikten uzak, sembolsuz, dümdüz bir anlatım gerçekleştirmek zorunda kalıyor. buna başvurmak için ya tembel bir yönetmen olmanız, ya gerçekten bir heist movie çekiyor olmanız, ya da inanılmaz kompleks bir konuyu hızlıca aktarmanız gerekmeli ki seyirciyi filmin geri kalanına hazırlayın. (inception'da böyle bir sahne var mesela, çünkü olmasaydı film çorba içinde çorba olurdu, şimdi sadece çorba)

başka bir örnek: ken'in barbieland'de "kimliksiz" öldüğünü daha önce şöyle anlatmıştı zaten bize: "wow, bütün barbie'lerin evi mi var? peki ken'lerin evi nerede?" barbie bu sorunun cevabını hiç düşünmediğini fark ediyor, ama ilgilenmiyordu bile. ken'in kimlik bunalımını daha sonra bize hatırlatmak, gözümüze sokmak için ken'e şarkı bile söylettiler. sonra da ağzıyla "barbie'siz ken bir hiç" dedirttiler.

greta bu cheesy sahneleri çekerken bir yandan cheesy olduklarını lampshading'lerle gözümüze sokarak "evet cheesy olduklarını biliyoruz, ve midenizi bulandırana kadar gözünüze sokacaz" demeye devam etti, hatta barbie ağlarken dördüncü duvardan kafamıza vurup margot robbie'nin adını telafuz edecek kadar. plaj gitaristleriyle midemizi bulandırana kadar. ya da feminizmi gözümüze sokup, bir yandan ken'in gerçek dünyada iş bulamamasına, ya da zaten "obje" olan barbie'nin inşaat işçileri tarafından eşyalaştırılmasına, ya da kadın board member bulundurmadığı aşikar mattell yöneticilerinin bu konuda gevelemeye devam etmesine... zaten filmin başında "sembollerimiz çok ama biz bunları sizin gözünüze pembe pembe sokacaz" diye baş baş bağırıyor kubrick göndermesiyle. o "sembolizm kokan" açılış bile bir klişe, bir göze sokma (ve bence harika).

sonunda salon iyice karpuzlu big bubble kokmaya başladı. yanımdaki ergen oğlanlar, barbie'nin kendini eleştiren her lampshading espirine "evet bence de barbie evreni çok lame haha" alt metniyle gülüyordu ama ryan gosling'in six pack'lerine sürekli "uuff vaooov" çekiyordu. resmen pespembe bir salonun gölgesinde kimlik bunalımı yaşayan ergenler gibiydi herkes. salonu barney stinson'ın kadını eşyalaştırmasıyla değil de, eşyalaşmış bi barbie'nin insanlaşma çabasıyla ikiye bölebilmek de ne bileyim...

yani o ergenler hep öyleydi de, ben bence değildim heralde?

bunu dediğinde yanındaki ergenlere "tüketici" veya "you are the product" diyorsun ama, yönetmenin sana yutturduğu, senin de "anladığını hissettirdiği" onca taktik (trope) içerisinde sen de acaba proust barbie gibi bir ürüne mi dönüşüyorsun sevgili kendim?

margot robbie'nin adını telafuz eden narrator'ın sesini (sanırım) sadece barbieland'de duyuyoruz. sadece bu etki bile izleyiciyi filmin içindeki duvarda bir tarafa (real world) oturtuyor. bu yüzden barbie'nin selülit mevzusu basit bir göze sokma değil, barbie'nin barbieland'den çıkıp real world'e "dokunabilmesini" içselleştirmek için ayaklarının düzleşmesi anlaşılabilir, ama bu arada salondaki insanlara ulaşabilmesi, dokunabilmesi için, hepsinin daha tanıdık bulduğu bir problemi göze sokması gerekiyor: hiçbir kadının ayakları havada değildir ama selülit çok çok anlaşılabilir bir problem. özdeşleştirilebilir. artık sadece real world'deki insanları değil, salondaki bizleri product ile empati kurabilecek, barbieland-realworld-kızılırmak arasındaki duvarları esnetip sonunda da bize product olduğumuzu hissettirebilecek bir yapım çıkarmak çok kolay bir iş değil.

şimdi diyeceksiniz ki, "uyduruk bi barbie filmi hakkında ama atıp tuttun, e hani oppenheimer?"

pek çoklarımız gibi gidemedim ki? ilker canikliğil oppenheimer'in 70mm'ye çekilmesi konusunda "medium is the message" olabilir diyor ya. tam da öyle, benim cillian murphy'nin sivilcelerini görmeme gerek yok, ama neden imax'te yer arıyorum? hiçbir fikrim yok, ve bunu beklerken "ulan sinemaya gidesim geldi, bari barbie'ye gidelim" diyorum. nolan'ın 70mm mesajıyla -özellikle warner bros.'un tenet mevzuları sonrası- "cinema is back baby" hareketi resmen üstüme siniyor ve kendimi yapış yapış bir barbie filminde buluyorum, ve filmden son derece keyif alıyorum. çünkü beni product gibi hissettirmeyi bal gibi başarıyor. eğer korku filmine giderken korkmayı, komedi filmine giderken gülmeyi bekliyorsanız, barbie filmine giderken eşya gibi hissetmeniz lazım. ve bunu yaparken 35mm film ile, kısacası mass production ile yapıyor. resmen nolan'a greta hanım "medium is the message" diyor.

sonuçta hiç barbie ile işi olmayan ben, tom cruise'dan nefret eden, hayatında bir tane bile mission impossible izlememiş ben, gidiyorum bi haftasonunda bu iki cheesy şeyi izleyip gayet keyif alıyorum.

oppenheimer? hala izleyemedim, ama nolan'ın 70mm'lik bu hareketi beni sinemaya geri kazandırıyor. gerçekten medium is the message'mış yani, nolan allem etti kallem etti beni yine de sinemaya götürebildi, usta yapımcı valla.