BASKETBOL 18 Haziran 2019
55,5b OKUNMA     780 PAYLAŞIM

Basketbol Delisi Birinin Hikaye Gibi Okuyacağınız Amatör Sporculuk Kariyeri

Basketbol topunun, potanın filesinden geçerken çıkardığı sesten itibaren bu oyuna aşık olan bir Sözlük yazarının sade hikayesini aktarıyoruz.
iStock

uzun bir aranın ardından topun parkeye vurulduğu an çıkan "güp" sesi, sanırım bu oyunu sevenler için hayatta duyulabilecek en heyecan verici sestir. hemen akabinde attığınız şuttan sonra topun fileye sürtmesinden dolayı çıkan "fçuk" sesi ve çembere dolanan file ile anlarsınız ki zihinsel yorgunluğunuzu, işinize verdiğiniz anlamsız önemi, hastalığınızı, sizi bu oyunu oynamaktan alıkoyan her ne ise onu geride bırakmış, yeniden hayata dönmüşsünüzdür.

severek oynayan biri için basketbol bir bağımlılıktır (hem de "ne olursa olsun bağımlılık kötüdür." tezini çürütecek cinsten bir bağımlılıktır.) ve her ne kadar zaman zaman içinizde bir yere saklansa da hayatınızın bir noktasında kendini tekrar gösterecektir. çünkü oyunun kuralları basit de olsa basketbol sahası hem bir okul hem de bir rehabilitasyon merkezidir. bunu defalarca tecrübe ettiğimden bu kadar net cümleler kurabiliyorum. size de biraz anlatayım.

bendeki basketbol sevgisi henüz 4-5 yaşlarında, kapının tepesine şimdiki kapı arkası askıları gibi asılan, oyuncakçıdan alınmış küçük bir pota ve sünger bir topla başladı ki şu an o zaman oturduğum eve dair aklımda canlanan tek resim budur. o kapının önünde saatlerimi geçirdim. okumayı-yazmayı söktüğüm gün gazetelerde gördüğüm yabancı takım isimlerini ve efes pilsen'i küçük kağıtlara yazıp kendimce kura çekerek hayali turnuvalar oluşturmaya, sonra bu maçları canlandırmaya başladım. 0-0'dan başlıyor, sırayla a ve b takımları hücum ediyormuşçasına atış yapıyor (duruma göre 2'lik veya 3'lük atıyor), nihayetinde o maçın sonucunu not edip bir sonraki maça başlıyordum. yemek yemem gerektiğinde bir takımın küçük de olsa bir seri yakalamasını bekleyip mola alıyor, yemeğe öyle gidiyordum. başlangıçta efes pilsen'e kendi oynadığı maçların hepsini bir şekilde kazandırıyordum. basketbol bana ilk önemli dersini taa o zaman verdi. televizyonda izlediğim maçlarda efes pilsen yendiği kadar yeniliyordu da. hayatın gerçeklerinin benim hayalimdekilerle uyuşmadığını fark ettiğimde odamdaki hayali maçlarımı da adaletli bir şekilde oynamaya başladım. efes pilsen hücum ederken atışlarımı yine de tamamıyla konsantre olarak yapmaya çalışıyordum fakat artık top potaya girmese bile efes'e sayı yazmıyordum. eğer olur da efes pilsen bir turnuvayı kazanırsa çılgınca kutlamalar yapıyordum ama hayal benim, güç de benim elimde diye diğer takımları ezmemeyi bir şekilde öğrenmiştim.

ilkokul 5. o yıl küçücük bir şehre taşınmışız ve ben yeni kaydolduğum cumhuriyet ilkokulu'nda parlak sayılabilecek bir öğrenciyim. anadolu lisesini kazanmam hemen hemen garanti gibi ve öğretmenler arasında el üstünde tutuluyor sayılırım. bir gün okul müdürü nejat bey yanıma gelip "okulun basketbol takımında oynamak ister misin?" diyor. basketbolu odamdan ve eskiden yaşadığım mahallede yavaş yavaş alışmaya başladığım beton zeminden çıkarıp gerçek bir salonda oynama fırsatı ayağıma gelmiş. hemen "evet" diyorum. nejat bey annem-babamla konuşuyor, onların da onayıyla okulun basketbol takımına dahil oluyorum. artık okul takımı için oynayıp maçlar kazanma fırsatı elimde. o hayalini kurduğum parkelerin hepsi benim ayağımın altında olacak, tribündekiler benim oyunumla coşacak.

sene başındaki antrenmanlarda basketbolun hiç de öyle hayalimdeki gibi kolay olmadığını görüyorum. haftada üç gün hangi akla hizmet oraya yapıldığını hala anlamadığım basketbol salonuna otobüsle götürülüyor, "top sürme", "turnike", "stens" gibi temel alanlarda yine nejat bey tarafından takım halinde eğitiliyoruz (okul müdürü nejat bey aynı zamanda basketbol takımının da koçu). kimi zaman sıkılıyorum fakat yine de o ne derse yapmaya çalışıyorum. derken okullararası turnuvadaki ilk maçımıza 15 gün kala o zamana kadarki antrenmanlarımızdan farklı bir antrenmana çıkıyoruz. nejat bey bana "sen pivotsun" diyor, beni kolumdan tutup çekeleyerek serbest atış çizgisinin üzerine koyuyor. "burada duracaksın". arkadaşlarımı da sağa sola yerleştirdikten sonra kendi aramızda tek pota bir maç başlatıyor. bu maçta biz savunma takımıyız ve topu alsak bile rakip takıma vermemiz gerekiyor. maç başladıktan sonra çocukluğun da getirdiği enerjiyle top kimdeyse ona doğru koşturmaya başlıyorum ki nejat bey basıyor düdüğü. beni kolumdan çekip tekrar serbest atış çizgisinin üzerine koyup "bu çizginin üzerinden ayrılmayacaksın." diyor. maç tekrar başlıyor, ben yine gaza gelip sağa sola çıkıyorum. nejat bey yine düdüğü öttürüp hışımla üzerime doğru gelmeye başlıyor. o zamana kadar hep pohpohlanmaya alışmış ben şaşırıyorum. o beni güzelce kalaylıyor, ilk defa böyle bir muamele gören gözlerim doluyor fakat hiçbir şey demiyorum. o azardan sonra o serbest atış çizgisini anam babam gibi sahipleniyorum. rakip takımdaki arkadaşlarım arkamdan vızır vızır turnike atıyor fakat ben olduğum yerden kıpırdamıyorum. orada bir şeyler yapabilecek durumda fakat aynı zamanda çaresizce bekliyorum. bundan sonraki antrenmanlarda bu böyle devam ediyor. oluyormuş böyle şeyler. öğreniyorum.

ilk maç günü geliyor (günlerden pazar). bize turnuvanın tek maçlık eleme usulüyle yapılacağı bilgisi verilmiş, maçtan iki gün önce okul elime hayatımdaki ilk basketbol formasını bir poşet içinde tutuşturmuş. daha önce kaç kişinin giydiğini bilmediğim 13 numaralı yıpranmış forma ve şort. evde giyip maça gelmişim. okulun diğer öğrencileri de bize destek olsunlar diye maça getirilmiş. hep beraber tribünde bizden önceki maçı seyrediyoruz. takım oyuncusu olduğumdan okulun kızlarından özel ilgi görüyorum. kendimi süperstar gibi hissediyorum. "yeneriz di mi?" diye soruyorlar. "yeneriz" diyorum. anlıyorum ki beklenti büyük. sıra bize geliyor. sahaya iniyor, bench'e gidiyoruz. nejat bey bize durmamız gereken yerleri ve yapmamız gerekenleri hatırlatıyor. son olarak da aynen şöyle diyor: "boyları uzun, korkmayın. dediklerimi yapın yeter". o böyle dediği an kafamı diğer bench'e bir çeviriyorum ki... o an hissettiklerimi anlatmaya kelimeler yetmez. karşı takımın (ki hala unutmam, kendileri atatürk ilkokulu idi) en kısa oyuncusu bizim takımın en uzunu olan benden daha uzun. o zamana kadar hep benden kısalarla antrenman yaptığım için şaşırıyor ve korkuyorum. lakin yapacak bir şey yok. nejat bey ne dediyse yapıyorum. serbest atış çizgime gözüm gibi bakıyor, üzerine kimseyi bastırmıyorum. maçta bir tane de serbest atış sokuyor, maçı tam "1" sayıyla bitiriyorum. takım olarak ise toplam 7 sayı atıp 23 sayı yiyoruz. elin yumruğunu yemeyenin kendininkini balyoz sandığını da bu vesileyle öğrenmiş oluyorum. ha, bir de karı milletinin ne mal olduğunu. bana o binbir işve/edayla "yeneriz di mi?" diyen, suyunu içeyim diye bana veren kız ertesi gün yüzüme bakmıyor.

içimdeki basketbol ateşi bu okul takımı macerasından sonra iyice harlanıyor. yeni başladığım okulun takımında olmasam da zamanımın çoğunu arkadaşlarımla sokakta basketbol oynayarak geçirmeye başlıyorum. yazları sıcak mıcak demeden hemen her gün, okul zamanı ise çoğu hafta sonu, sabah 11'de başlayıp akşam 7-8'e kadar basketbol oynuyor/sokaktaki basketbol sahaları civarında dolaşıyorum. basketbolu oynamadığım zamanlarda bile oralarda olmak, basketbolu seven insanlarla sohbet etmek/bir şeyler yapmak bana mutluluk veriyor. bu oyunu oynadıkça hem arkadaşlarımı daha iyi tanıyor hem de yeni arkadaşlıklar ediniyorum (basketbol oynamaya vakit ayıranlar bana hak verecektir, bir arkadaşı en iyi tanıyabileceğiniz yerlerden biri basketbol sahasıdır). sokakta beraber oynadığım adamların efes pilsen ve ülker altyapılarına gidişine şahit oluyorum. bu sokak maçları esnasında çıkan tartışmalar sonucunda tehdit ediliyor, arkadaşlarımı korumak adına kavgalara karışıyorum. sokakta "kıstırılır mıyım?" düşüncesiyle üç buçuk ata ata yürüdüğüm çok zaman oluyor. fakat yanımda beraber basketbol oynadığım arkadaşlarımdan biri varsa korkmuyorum. onu çok iyi tanıdığımı, sırt sırta pek çok şeyin üstesinden gelebileceğimizi biliyorum. lise başlamadan önce doktorlar dizimde "kemik ayrılması" (bunun ne olduğunu hala daha anlamış değilim) olduğunu, kesinlikle basketbol oynamamam gerektiğini söylüyorlar fakat ben dinlemiyor, devam ediyorum.

lisenin başında çok sevdiğim bu küçük şehirden ayrılıp büyük bir şehre (bkz: ankara) taşınmak zorunda kalıyorum. yeni geldiğim bu okulda tanıdığım hiç kimse yokken basketbol imdadıma koşuyor ve bana gül gibi arkadaşlıklar bahşediyor. hem okulda hem de yeni mahallemde arkadaşlıklarımın çoğu basketbol sahalarında kuruluyor. benim yaşadıklarımı üç aşağı beş yukarı yaşadığını bildiğim, ortak bir dili konuştuğum, ortak ve hoşuma giden bir kültürü paylaştığım insanlarla kaynaşmak çok kolay oluyor. her zaman beraber basketbol oynamıyoruz tabii. fakat biz bizi biliyoruz. bir de artık fiziksel ve mental olarak belirli bir seviyeye geldiğim için 20'li, 30'lu, 40'lı, 50'li yaşlardaki abilerle basketboldaş olabilme şansını elde ediyorum. akşamları mahalledeki sahaya gidiyor, boş pota varsa kendi kendime veya arkadaşlarımla atış yapıyor, benden yaşça büyük bu insanlardan birinin bir işinin çıkmasını umuyorum. zamanla maç başlamadan veya maç sonunda ettikleri sohbetlere dahil oluyorum. "sağ"ı, "sol"u, darbeleri, yurt dışında hayatın nasıl olduğunu, memleket meseleleri üzerine oturaklı analizleri ilk kez onlardan dinliyorum. artık basketbol sahalarına bir "forum" gözüyle bakmaya başlıyorum. o sahalara kimi zaman eşofmanlarımı bile giymeden, sadece o insanlarla beraber olabilmek, muhabbetlerine katılabilmek için gidiyorum. orada vakit geçirmek beni mutlu ediyor. dertlerimi, tasalarımı unutturuyor.

üniversite hayatımın ilk yıllarında da bu böyle devam ediyor. artık üniversiteli olduğumdan buralardaki rolüm biraz değişiyor. büyüklerden dersler almaya devam ederken küçüklere de ders vermeye başlıyorum. bazen "abi, teketek yapalım mı?" diyen bir genci karşıma alıyor, bilerek yakın gitmesine izin verdiğim maçta onu gururunu kırmayacak bir şekilde yenip (nihohahaha) onunla sohbete koyuluyorum. ona tecrübelerimi anlatıyorum. ve bunları o an bilinçli olarak yapmıyorum. basketbol sahasının havası beni farkında olmadan bu yola itiyor. sonra sonra işler güçler araya giriyor, ben yoruluyorum. arada derede uzak diyarlara gidip geri dönüyorum. birkaç sene boyunca basketbol sahalarından uzak kalıyorum (belki iki ayda bir bile uğramıyorum). fakat bu oyun ve kültür içime nasıl işlediyse yattığım yerde bir şey düşünürken bile farkında olmadan elime yuvarlak bir nesne alıp onu havaya atıp tutarak düşünüyorum.

ve birkaç gün önce, yağmurlu bir günde nihayet o topu elime tekrar alıyor, parkeye vuruyorum. o "güp" sesi beni kendimden geçiriyor. sonradan salona gelen gençlerle güzel bir maçın ardından biraz oturup kabaca muhabbet ediyoruz. şu an tüm bunları gözümün önünden geçirdiğimde ise bileğimdeki tırnak izine bakıp gülümsüyorum. "sanırım bu oyun beni ölene kadar bırakmayacak" diyorum...

Kariyerini Bırakıp Himalayalarda Tezekle Uğraşan Birinin Kitap Okur Gibi Okuyacağınız Hikayesi