SİNEMA 7 Aralık 2022
11,5b OKUNMA     155 PAYLAŞIM

Birdman (veya Cahilliğin Umulmayan Erdemi) Filminin Sanat ve Üretmek Adına Söylediği Şeyler

2014 tarihli filmi şöyle bir geri dönüp hatırlayalım istedik.

birdman kesinlikle enfes bir film en başta bunu belirteyim, nedenler aşağıda

öncelikle tıpkı küçük kardeşi whiplash gibi bu film de sanat, sanatçı ve yaratma edimi üstüne bir film. tabi bunları yaparken whiplash'in içine düştüğü (ya da tercih ettiği diyelim) sanatçının yaratma süreci gerilimi mi, o gerilimi yaratan oluşturan koşullar, baskılar ve beklentiler mi? gibi bir ayrıma düşmüyor film. whiplash o sürecin daha çok motivasyon yani dış unsur (hoca, sevgili, aile) kısmıyla ilgiliydi. birdman ise tüm sürece ortak ediyor bizi.

büyük müzisyen, büyük oyuncu, büyük yazar, büyük ressam, heykeltraş farketmeksizin yaratma eylemiyle uğraşan insanların öncelikle önlerine koydukları bir çıta oluyor. yazarlar için dostoyevski, mann, kafka müzisyenler için rolling stone ya da mozart, ressamlar için van gogh ya da dali vs vs.

haliyle bu durum öncelikle sanatçının kendine yönelttiği bir eleştiri haline geliyor. çünkü eğer dangalak bir insan değilseniz önünüzde duran abidileri görüyor ve ona göre kendinize bir çıta belirliyorsunuz. mesele elbet ve önce saygınlık, önce kalıcılık ve sonra o büyük yaratıcıların ulaştığı evrensel büyüye, harikaya yaklaşmak. en azından yaklaşmak.

tam da bu noktada keaton gibi hollywood'da çaptan düşmüş eski şöhret bir oyuncu neredeyse gerçek yaşamının üstünden inşa edilen bir senaryoyonun içinde buluyor kendini. kendi kendinin parodisi olarak.

tim burton'lu ilk batman'lari liseliler bilmez. ama filmi anlamak için bilseler iyi olur. işte birdman tam da o tercihe, o tercihle gelen şöhret, yükseliş ve düşüşe hınzır ve acımasız bir bakış atıyor.


bu noktada yaratma sürecinin hem sahne önü hem sahne arkasındaki gerilimini ustaca aktarıyor seyirciye

karakteri hem sahnede rolünü oynayan ve o sürecin gerilimini, kaygısını taşıyan, daha sonra o rolden çıkıp insani zaaflarıyla cebelleşen bir insan olarak fazlasıya sahici kılıyor. üstelik bu noktada bu tür görkemli cilalı işlerin mutfağının merak eden seyirciyi de bir tür gözlemci, röntgenci konumuna sokarak seyircinin eline ipleri vermekten çekinmiyor.

plan sekans tekniğinden, dış seslerin doğal aktarımına, müziğin yine yalnızca dış etken olarak doğal kullanımına, gerçek ve kurgunun sırıtmadan birbiri içine geçişine kadar film, hem teknik işçilik hem de hikaye, öykü aktarımı noktasında kesinlikle birinci sınıf bir iş koyuyor önümüze.

aktörler arasında (ne kadar büyük aktör, aktris olursa olsunlar) her zaman kendini tiyatro sahnesinde kanıtlama arzusu vardır. o işlerin içindeki insanlar bunu çok iyi bilir. sinemanın sağladığı popüler ve geçici şöhret iyi bir aktör ya da aktris için tiyatro sahnesinde elde edilen başarının yerini almaz, alamaz. çünkü bu mesele yukarıda da belirttiğim gibi uğraştığınızı sanat disiplinene bağlı olarak önünüzde duran abidelere ulaşma arzusunu içerir.

ben de 4 yıl boyunca tiyatro sahnesinin tozunu yutmuş bir insan olarak özellikle oyuncuların sahne sürecindeki gerilimlerine, egolarının yarattığı çatışmalara, bölünmelere, daha iyi olma hırslarına yakinen tanıklık ettim. haliyle bu filmin bende uyandırdığı duygu fazlasıyla tanıdıktı. sahne arkasını bilmeyen, sanatın herhangi bir alanıyla izleyici ya da icracı olarak ilgilenmeyen izleyici için belki bu noktada film o kadar da büyük bir anlam ifade etmeyebilir. ama zaten filmin bunu umursamadığı gerçeği de gün gibi ortada.

çünkü film popüler olan içeriklere gayet dozunda eleştiriler de getiriyor

özellikle süper kahraman filmlerine attığı bakış oldukça ironik. çünkü merkezine (hem reelde, hem film özelinde) aldığı karakter bu çizgi roman uyarlamalarıyla şöhret olmuş biri. ve film bu ironini altını çizerken bir bakıma kendi eleştirisini de yapıyor. çünkü tıpkı filmimizin merkezindeki kahramanımız gibi filmde diğer filmler gibi olmadığını, olmak istemediğini ama yeri geldiğinde buna ihtiyaç duyabileceğini söylüyor tüm o sahnelerle.

ayrıca yine sahne sürecini bilmeyen insanların (en azından benim okumama göre)gözden kaçırdığı ya da kaçırabileceği bir şey var.

tiyatro reel zamanlı bir sanat disiplinidir. şimdiki zamanda seyircinin de iştirak ettiği, tek bir hata ve sorunun dahi telafi edilemeyeceği bir alandır. aylarca prova edilen sahneler, replikler, mizansenler en mükemmele ulaşma arayışının sonucudur. nihayetinde oyunun yeterince olgunlaştığı ve hazır hale geldiği düşünüldüğünde, oyun sahnelenmeye başlar. ama işte bu noktada oyuncunun günlük motivasyonu, moral, enerji durumu, günlük yaşam içindeki rutin dertleri, sıkıntıları kısacası yaşamın kendisi her akşam aynı eksiksiz, gösterişli ve görkemli performansın icrası için oyuncuyla birlikte sahneye çıkar. işte tam da bu yüzden tiyatro bu kadar zor ve saygıdeğer bir disiplindir.


sinema gibi önceden çekilen, kurgulanan, cilalanan bir tür değildir

bu noktada sinemanın olanakları sonsuzdur neredeyse. ve aslında tüm bu olanak ve imkanlara rağmen sinema maalesef gerekli içerikleri üretmekte başarısızdır toplama vurduğunuzda.

tiyatro ise tüm enerji ve gücünü o sahnedeki performanlardan alır. aynı oyunu birkaç kez izlemiş insanlarında bilebileceği gibi eğer aktör ve aktrislerimizi o gün cidden havaya girerlerse enfes bir oyun izleyebilirsiniz, ama aynı oyuncuların kötü oynadığı bir oyuna denk gelirseniz salondan gayet mutsuz ayrılırsınız. işte tiyatroda reel zaman ve oyunculuk bu kadar önemlidir.

şimdi filmimizde buradan hareketle reel zamanda geliştiriyor öyküsünü

tiyatronun zamansal anlamdaki gerçekliğine bağlı kalıyor bir bakıma. sahnenin gerçekliğine tekabül eden reel zamanı sinemanın olanaklarını kullanarak teatral bir seyirliğe dönüştürüyor filmimiz. bu durum izleyicinin bu tercihin yalnızca teknikle ilgili bir şey olduğunu düşünmesine yol açıyor. zaten yorumlardan da aşağı yukarı bu sonuç çıkıyor. çünkü seyirci bu anlamda filmin kurduğu gerçekliğe fazlasıyla yabancı.

oysa yönetmen tiyatro ve sahne gerçekliğini sinemanın olanaklarıyla sinemanın önüne koyarak sinemaya meydan okuyor bir bakıma. çünkü istese yalnız teknik bir şeymiş gibi algılanan plan- sekans tekniğini uygulamaz ve eminim ki çok daha az yorulup, kafa patlatarak filmini çekerdi.

ama ıñárritu gerçekten çok meşakkatli bir işe kalkışarak ele aldığı meseleyi yani sinemasal olanaklarla teatral bir hikaye anlatma isteğini ne kadar ciddiye aldığını gösteriyor.

tabi bu durumu lars von trier'in dogville ve manderlay filmleriyle karıştırmamak gerek. zira trier o filmlerde sadece tiyatronun (brechtyen) açık biçim tekniğini kullanıyordu.

kısacası sinemayı teknik ve teorik olarak tiyatro sahnesi biçiminde ele almak ayrıca enfes bir seçim bana göre.

tabii bu noktada neredeyse tüm strüktürü tam da bu mantık üstüne inşa eden ve maalesef gerekli ilgiyi görmeyen charlie kaufman imzalı synecdoche, new york filmini anmak lazım. zira synecdoche, new york, ıñárritu'nun oyuncu eksenli bu yaklaşımını bir rejisörün gerçek ve kurgu mefhumunu yitirdiği, varlık olarak yalnız va yalnız o eylemin kendisine dönüştüğü enfes bir yaratma çılgınlığı şeklinde ele almıştı...