SİNEMA 3 Kasım 2021
29,4b OKUNMA     414 PAYLAŞIM

Cannes Film Festivali'nde Bu Yılın En İyisi Seçilen Titane Filminin İncelemesi

74. Cannes Film Festivali'nde Altın Palmiye ödülünü Julia Ducournau'nun yönettiği "Titane" filmi aldı. Peki film, gerçekten de yılın en iyisi mi? Bir bakalım.

julia ducournau, ikinci uzun metraj filmiyle büyük bir başarıya imza attı ve 2021 yılı cannes film festivalinde en iyi film ödülünü almayı başardı. ödülü almasına aldı ama tartışmalar hala bitmiş değil. pek çok sinemasever "titane" filminin bu ödülü hak etmediğini iddia ediyor ve pek çok kişi de ödülün politik doğruculuk uğruna heba edildiğini düşünüyor. bu konuda benim bir fikrim yok. filmi izlemiş biri olarak bile hak edip etmediği konusuna değinmeyi düşünmüyorum. ben, yönetmenin ilk göz ağrısı olan raw (2016) filmine olan hayranlığımdan ötürü ikinci filmini de merakla bekleyen taraftaydım. tabi filmin beraberinde büyük tartışmalar doğurması da merakımı depreştirmedi değil. oldum olası izleyenleri ikiye bölen filmler karşısında büyük heyecan duymuşumdur.

Julia Ducournau

bu arada "titane" filmine geçmeden önce birkaç şeyden bahsetmem gerekecek

bunlardan ilki bence kesinlikle david cronenberg ve onun vizyona girdiği dönemde de büyük tartışmalar yaratan cüretkar crash (1996) filmi. eğer izlemediyseniz bu filmden önce veya sonra "crash" filmini izlemenizi tavsiye ederim. çünkü filmin, "titane" filmine ilham verdiği çok açık. zaten cronenberg'in tutkunu olduğu "body horror" meselesi bu filmin en temel mevzusu. "titane", olabildiğince bu meseleden beslenmeye çalışmış ve bence bu konuda başarılı da olmuş. özellikle alexia üzerinden verilmeye çalışılan "beden imgesi" izleyicide müthiş bir merak ve gerilim uyandırıyor.

bunun dışında konuşmak istediğim diğer bir husus ise "yeni fransız aşırılığı dalgası" (new french extremity) olacak. orta düzeyde bir korkusever iseniz bu akımı duymamış olmanız mümkün değil. gaspar noe, olivier assayas, alexandre aja, pascal laugier, alexandre bustillo ve julien maury... bunlar şu an aklıma gelen bu akıma gönül vermiş yönetmenlerden birkaçı. bu akımda bayıldığım filmlerden biri olan haute tension (2003) filmindeki kadın başrollerden birinin adı da "titane" filminin ana karakteri gibi "alexia" idi. yönetmen bunu bilerek mi tercih etti bilmiyorum; fakat şunu söylemem gerekir ki filmin ilk yarım saati içerdiği vahşet açısından "haute tension" filmine özenmiş bir haldeydi. zaten yönetmenin ilk filmi "raw" da, "yeni fransız aşırılığı"nın martyrs (2008) gibi bir başyapıtın ardından uzun yıllar sonra gelen en güzel örneğiydi.


bir de es geçmeden fransa'nın çılgın yönetmeni gaspar noe'den de bahsetmek istiyorum

çünkü "titane" filminin özellikle de ikinci yarısı noe'ye saygı duruşu niteliğindeydi. gaspar noe bilirsiniz tabuları olmayan bir yönetmendir. onun üzerinde duramayacağı neredeyse hiçbir konu yoktur. cinsellik ise onun en sevdiği meselelerden biridir. onun filmlerinde cinsellik her haliyle yaşanır. bu anlamda "titane" filmi, "baba-oğul" ya da "baba-kız" tabularına dokunmaya çalışıyor ama noe kadar cesurca davranamıyor. bu konuları sadece birer erotik gerilim ögesi olarak kullanıyor.

Gaspar Noe

filme daha başlamadan böylesine uzun bir giriş yapmak istemezdim ama filmden önce bunlara değinmek zorundaydım. yoksa yazacaklarım havada kalabilirdi. ayrıca, şunu da baştan söylemekte fayda var. bu tarz tartışmalı filmleri yorumlamak gerçekten zor iş; çünkü bu tarz filmlerde izleyiciler kutuplaştığı için cephe almak zorlaşıyor. ya filmi çok beğenmek ya da yerden yere çalmak zorundasınız. bu tarz filmlerin bir diğer zor yönü de seyirciyi anlam arama karmaşasına sokması. "bu sahnede yönetmen ne demek istedi? bunu gösterirken aslında şunu mu kastetti? şu cismin bir anlamı olmalı. burada kesin bir metafor var..." liste böyle uzayıp gider. daha en baştan yazayım da bir beklenti oluşmasın. ben, bu filmden hiçbir anlam çıkaramadım; çünkü film pek çok şeye ucundan değinmekle yetinmiş. bazı konulara da değinir gibi yapıp sonra da öylece bırakıp gitmiş. yani filmin gerçek derdi ne, hiç bilmiyorum. toplumun seni sen olarak kabullenememesi mi, eşcinselliğin gizlenmesi mi, eşcinselliğin hor görülmesi mi (alexia'nın itfaiye aracının üzerine çıkıp dans ettiği sahne örneğin), iletişimsizlik mi, tanrı-oğul çatışması mı, yaşlanmak mı, kıskanmak mı, evlat acısı mı, baba sevgisizliği mi, istenmeyen hamilelik mi, kürtaj mı... filmde o kadar çok şey var ki. sabaha kadar yazabilirim. başta merak uyandırarak başlayan film, işte tüm bu önermelerin arasında kaybolup gidiyor.

film, itiraz kabul etmeyecek şekilde iki bölümden oluşuyor

ilk bölümde; cronenberg'den izler taşıyan, "yeni fransız aşırılığı"ndan da vazgeçmek istemeyen bir filmle karşılaşıyoruz. bu bölüme, ilginç bir kaza sahnesiyle alexia'yı tanıyarak başlıyoruz. alexia, söz dinlemez, başına buyruk bir karakter. özellikle babasıyla da bazı sıkıntıları olduğu çok açık. hatta filmin ikinci bölümünde bu sıkıntının kaynağının "elektra kompleksi" olabileceği bize açıkça gösteriliyor. ayrıca alexia'nın vurdumduymazlığını, "fransız yeni dalgası"nın özgürlüğüne ve verdiği kararlardaki hesap vermezliğine düşkün karakterlerine benzetebiliriz. film boyunca onu, verdiği kararları umursarken görmüyoruz. ben filmin ilk bölümünün alexia'nın vincent ile karşılaştığı sahnede bittiğini düşünüyorum. zaten film, bu andan itibaren çok farklı bir yere savruluyor ve bizleri yepyeni bir filmle karşı karşıya bırakıyor.


bence ilk bölüm, filmin en güçlü tarafıydı. birbirinden güzel sekanslar hep bu bölümde mevcuttu. alexia'nın dansı, arabayla yaşadığı şey, kız arkadaşının evinde yaptıkları ve aynanın karşısında burnuna reva gördüğü o izlemesi zor sahne... ikinci bölümde ise akılda kalan pek fazla bir şey yok. belki doğum sahnesini sayabilirim ki o bile etkileyici değildi.

kısacası demek istediğim şu aslında. filmin ilk bölümündeki belirsizlik ve tuhaflık filme ne kadar etkileyicilik katıyorsa; ikinci bölümündeki soru işaretleri ağızda sadece kekremsi bir tat bırakıyor. film, alexia'nın vincent ile karşılaştığı yerde bitmesi gerekiyor da sonrasında anlamsızca uzatılmış gibi duruyor. kafanızda çok güzel fikirler olup da onu bir türlü doğru kelimelerle anlatamamak bu film gibi bir şey olsa gerek. film, parça parça harika iken; bir bütün halinde vasatın ötesine geçemiyor. zaten julia ducournau'nun çok iyi olduğu konu da tam olarak bu. ilk filminde de bu konudaki rüşdünü ispat etmişti aslında. ducournau, izlemesi zevkli ve heyecanlı sekanslar yaratmada çok başarılı bir yönetmen.

"titane"nın daha çok su kaldıracağı bir gerçek

amerikalı yönetmen spike lee'nin başkanlık ettiği bir jürinin bu filme büyük ödülü layık görmesi şaşırtıcı değil aslında. aynı şey 2013 yılında da blue is the warmest color (2013) filminde de yaşanmıştı. o sene de bir başka ünlü amerikalı yönetmen steven spielberg jüriye başkanlık ediyordu. bu tarz, hem erotik hem de şiddet anlamında aşırıya kaçan fransız filmleri (daha doğrusu avrupa menşeli filmler) amerikalı yönetmenleri tahminim dumura uğratıyor; çünkü amerika sineması kelimenin tam anlamıyla muhafazakar bir sinemadır. amerika'da bu tarzda filmler çekebilmek pek mümkün değildir. o yüzden karşılarına böyle filmler çıkınca hayranlık duymalarını pek yadırgamıyorum. ya karşılarına irreversible (2002) gibi bir film çıksaydı ne yaparlardı diye de merak etmiyorum değilim hani.