Aşka Yeni Bir Yorum Getirmeyi Başaran Sıra Dışı Romantik Filmler
Mighty Aphrodite (1995)
yunan tragedyaları bakış açısıyla new york'vari bir hayatın mıncıklandığı; aşk, ihanet ve karmaşanın en sıradan görünen hayatta bile tragedyadakilerden aşağı kalmayabileceğini gösteren, yalnız tragedyanın bu kez mutlu sonlandığı film. çünkü insan özgür irade sahibidir, harekete geçer ve hayatına hükmedebilirse tragedya ortadan kalkar. filmde de dediği gibi "life is unbeliaveable, miraculous, sad, wonderful." woody allen benim kankim olsun istiyorum, hastasıyım...
Only Lovers Left Alive (2013)
kaç zamandır kendime telaffuz ettiğim bir şeyin tasdiki gibi gözüktü film. şehveti körelmiş, "medenileşmiş", ava çıkmayan-kanın iz sürücüsü değil müşterisi haline gelen, izole halde varlıklarını sürdüren vampirler birer "bilgi enflasyonu" biçimine bürünmüşler. öl(e)medikleri için can çekişircesine oyalanmaya girişmişler. böylece "yaşama" fiilinin ancak "sonluluk" ile efsun kazandığı ortaya çıkıyor; yaşama coşkusu belirli bir tamamlanmamışlık telaşı ile güç kazanabilir. adem zaten çoktan küskün ve bezgin bir ilk insana dönmüş, yüzyılların ondan alıp götürdüğü ise "şaşırma" olmuş. adem çoktan koku alma duyusunu yitirmiş...
Punch-Drunk Love (2002)
hayatımda beni bu kadar rahatsız edip de sonra birden rahatlamama sebep olan başka bir film izlememiştim. resmen anksiyete bozukluğu üzerine tez yazıp senaryo haline getirmiş adamlar. hatta iddia ediyorum anksiyete bozukluğu olan kişileri tespit etmekte bu filmin çoğu sahnesi kullanılabilir.
Lars and the Real Girl (2007)
hikayesi gerçekten çok farklı ve oyunculuk da bir o kadar müthiş, hani bunu sanırım kolay kolay söylemem ama çok kötü bir günde, çok depresif bir halde iken oturun ve bu filmi kıçınızı kaldırmadan izleyin. gerçekten sonunda yüzünüzde güzel bir tebessüm oluşacak.
Wristcutters: A Love Story (2006)
mucizevi bir küçük film. bütün bireyleri öte dünyada buluşan ailenin babasının "en iyi aile bizimki" deyişi, benzer bir çok küçük şakayla bezeli filmin en hoş esprilerinden biriydi. filmin dead and lovely ile açılması, film boyunca bol bol gogol bordello çalması, hele hele tom waits'in uzunca ve önemli bir rolü olması, film hakkında hiçbir şey bilmeden sinemaya gitmiş ve biletler tamamen tükenmişken, tamamen şans eseri kendini sinema koltuğunda bulabilmiş birisi için, gecenin mucizelerinin devamıydı sanki; evet, mucizeler hiç beklenmedikleri zaman gerçekleşirmiş, hasretle beklerken değil.
Her (2013)
uzak mesafe ilişkisi yaşayan/yaşamış kişilerin mutlaka izlemesi gereken bir film. adeta bir pamuk ipliğine bağlı olan gerçeklik-sanallık bağının kopması halinde varılacak nahoş nokta çok iyi açıklanmış. buna ek olarak gönlümün en iyi özgün senaryo oscar'ını kazanmıştır.
Laurence Anyways (2012)
duyguların belirli kalıplar altına alınamayacağı ancak bu kadar güzel anlatılabilir. benim için başyapıt.
The Science Of Sleep (2006)
hayallerimizde ya da rüyalarımızda, daha kendimiz gibi, daha içimizdeki gerçek kimlikken, daha cesur bir şekilde yaşarken, aslında gerçeklikte kendimizi, kendimizden ve çevremizden saklamışız ve yaşanılamayan kılmışız hissettiklerimizi ve isteklerimizi... bunu yeniden yineleyerek hatırlatmış ve belki de kafamıza dan dan vurmuştur bu film.
Good Dick (2008)
çok hem de çok farklı bir film. oldukça feminen. hayretler içinde kalırken aynı zamanda gülebilirsiniz de. bir kadının bir erkeğe yaptığı cinsel eziyet için frijit olmasına da gerek yok aslında. kadınların doğasında var bu. muhakkak seyredilmesi gerekiyor ve işin tuhafı filmin yönetmeni de bir kadın. bu daha da hoşuma gitti.
Scott Pilgrim vs The World (2010)
çok geniş bir kitleye hitap etmeyen bir film. 90'larda gençlik-çocukluk yaşamış herkesin yüzünde eblek bi sırıtış bırakır, öyle izletir bütün filmi. zaten 2 saatlik filmin içine çabuk geçişlerle akıllı yönetmenlikle 5 saatlik malzeme doldurmuşlar, öyle sıkılmak mümkün değil. noluyor konuyu takip edeyim derken ilerliyor zaten film. arada klişe espriler de barındırmasına rağmen gayet orijinal, gayet güzel bir film.
Reconstruction (2003)
adını koyamadığınız acayip bir çekiciliği olan, bir yandan da içten içe sizi rahatsız eden filmlerden. bir nevi "bana o kadar mükemmel bir yalan söyle ki iki saat boyunca bu karanlık ve kapalı salondan ayrılmak istemeyeyim" diyen sinema seyircisine "işte seni parmağımda böyle oynatıyorum" diye haykıran, aldatılmanın hazzını yaşatırken bir anda tepe taklak ediveren illüzyonlar zinciri. alex in nezdinde biz de şaşırdık, kızdık, düştük, kalktık, sevindik, üzüldük. üzüldük, evet. bile bile.
Blue Valentine (2010)
ne bir aşk, ne bir ayrılık hikayesi blue valentine. pek çok şeyi yapabilecek yeteneğe sahipken ufak mutlulukları seçmiş bir adamın yalnızlığı, hepsi o. bir adam filmi. çoğu insanın anlam veremediği, "bunca yeteneğe sahipken neden bunları paraya çevirmez ki insan?" dediği bir dünyada, elbette kocaman sevginizi önüne serdiğiniz kadın da bu kafada olacaktır. sizi anlamayacak, size sadece onun sevgisinin yeteceğini bilemeyecektir. ya da ben sadece tek bir tarafından baktım, ne bileyim.
Brokeback Mountain (2005)
yılın belli zamanlarına çoluğu çocuğu bırakıp brokeback dağının eteklerinde yiyişen iki kovboyun öyküsünden çok, sürekli olarak birlikte olmayı isteyip olamayan insanların bir bahaneyi fırsat bilip engelleyemedikleri duyguları açığa vurmasının imgesel anlatımı olarak düşünülmesi gereken film.
Leaving Las Vegas (1995)
hayata dair beklentilerini yitirmiş iki insanın son çırpınışlarını anlatan bir filmdir. aşk temasından ziyade hissedilen çaresizliktir. karşılaşmalarından itibaren sera ve ben'in yalnızlıklarını paylaşma çabaları, kendini sevemeyen bu iki insanın birbirlerini sevmeye çalışmaları insanı hislendirir. ayrıca birbirlerini olduğu gibi kabullenmeleri de manidardır.
üzüntülü, iniltili, acı ama gerçek diyebileceğimiz tarzda başarılı bir film.
About Time (2013)
tam kararında bir film. ne romantikliği fazla, ne duygu sömürüsü, ne fantastikliği, ne görselliği, ne müzikleri, ne hikayesi. aile ilişkileri güzeldi, ama baba-oğul ilişkisi çok daha bir güzel geldi bana. bence anna karenina'dan sonraki rolüyle domhnall gleeson bu sakin ve aşk arayan tipleme için şahane bir seçim olmuş. iki filmi birbiri ardına izledeyseniz eminim ne demek istediğimi anlarsınız.
Ruby Sparks (2012)
o kadar güzel bir senaryo ki, izledikten sonra bana buraya entry yazıp sayfalarca övmem gerektirdiğini hissettirdi. fantastik bir film olmasından çok, bu filmi izlerken kendinizi de bu fantastik dünyada hissetmeniz, sanki gerçekmiş gibi düşünmeniz, sanki bende yazsam olacakmış gibi bir ruh halinize girmenize sebep olabiliyor. hatta yazmakla pek aram olmasa da ben bile yazma isteği uyandırdı. rica ediyorum filmi izlemeden önce senaryosunu okumayınız.
film tavsiyesi isteyen arkadaşlarıma önereceğim filmler arasında ilk sırayı yer almıştır.
Blue is the Warmest Color (2013)
genelde heteroseksüel aşk filmlerinde kendimi kahramanların yerine koyardım, onlarla sevinip üzülürdüm. film bittiğinde eğer iyi filmse etkisini hissederdim günler boyunca. bu film bana şunu öğretti ki bir aşk filminden etkilenmek, içinde bir sızı duymak, gençliğinin o temiz deli aşklarını tekrar hatırlamak için illa bir kızla erkeğin aşkları olması gerekmiyormuş. yönetmen her halükarda sana bu duyguları hissettirebiliyormuş. çok iyi film.