PSİKOLOJİ 22 Şubat 2018
31,7b OKUNMA     871 PAYLAŞIM

"Evrendeki Her Şey Bendir" Diyerek Narsisizmi Doruklara Çıkaran Düşünce: Solipsizm

Düşününce herkesin hak verecek olmasının da ayrı bir ilginçlik kattığı bu akımı bir öğrenelim.
iStock

solipsizm; öznel idealizm, subjektif idealizm gibi adları da olan bir öğreti.

kısaca "benden gayrı bişey yoktur" demektir. descartes'da da hafif izleri görülür.

george berkeley bu anlayışın babasıdır. 

berkeley'in düşünce sistemi, kendisinin şu sözleriyle özetlenebilir

"kendilerini gördüğümüz ve dokunduğumuz, bize algılarımızı verdikleri için nesnelerin varlığına inanırız. oysa algılarımız sadece zihnimizde var olan fikirlerdir. şu halde algılar aracılığıyla ulaştığımız nesneler fikirlerden başka bir şey değildirler ve bu fikirler, zihnimizden başka yerde bulunmazlar zorunlu olarak… bütün bunlar madem ki sadece zihinde var olan şeylerdir, öyleyse evreni ve şeyleri zihnin dışında varlıklar olarak hayal ettiğimizde, yanılmaların içine düşmüş oluyoruz demektir… öyleyse bizi çevreleyen şeylerin hiçbirinin bizim zihnimizin dışında bir varlığı yoktur."

çeşitli örnekler vererek daha da detaylandırılabilecek bu görüş, materyalistler tarafindan, kendi içinde tutarlı olarak çürütülememiştir. kısaca anlatmaya çalışmak gerekirse bunun nedeni şudur: materyalistler, görüşleri gereği, tek mutlak gerçeğin "madde" olarak isimlendirilen ve beş duyu ile algıladığımız evren olduğunu kabul ederler. bu kabullerin somut dayanağı olarak da, yine algılanan evrenin kendisini gösterirler. ve kısaca derler ki; bu evreni bilim yolu ile incelersek, maddeyi madde algılamaktadır.

halbuki burada materyalistlerin atladıkları çok önemli bir nokta vardır ki, kendilerinin dahil, tüm insanların yaptıkları, yapıyor oldukları, veya yapacakları gözlemler yine kişilerin algı dünyaları içerisinde olacaktır. "algı"ya bakarak da, algının dışında olduğu varsayılan "maddesel" bir dünyaya kanıt getirilemez.(bu aynı insanın rüya görürken birisinin ona aslında gördüklerinin birer hayal, algı olduğu anlatılırken, "hayır, algısal dünyamın dışında bir de bunun aynısı maddesel dünya var" demesinden farksızdır.)

ayrica, hiçbir kimse kendi algı dünyasının dışına çıkıp, dışarıda gerçekten madde var mı, yoksa yok mu kontrol edemeyeceği için, bu konuda kesin bir kanıt öne süremez.

bu yüzden, örnek olarak bertrand russell -ki kendisi yakin tarihin en baba materyalistlerindendir- berkeley'in anlattığı bu gerçeği çürütememiş, felsefenin problemleri adlı eserinde durumu şöyle değerlendirmiştir:

"berkeley, herhangi bir mantıksızlığa düşmeden, maddenin varlığını reddetmenin mümkün olduğunu ve eğer bizden bağımsız olarak bir şey mevcut olsa bile duyularımız tarafından algılanamayacağını, ispatlama onuruna sahiptir."

yani bazılarının "şairâne" yaptıkları gibi, hakaretler eşliğinde dizeler dizmekle bu görüş çürümemiştir; internette veya herhangi bir yerde, konu hakkında sağlam bilgisi olan ve görüşlerine romantik bağlılıkları olmayan materyalistlere konuyu açıp, görüşlerini sorduğunuzda, eğer size objektif bir cevap vereceklerse, buna benzer açıklamalardan farklı şeyler duymanız olası değildir.

woody allen güzel buyurmuş bu konuda

"what if everything is an illusion and nothing exists? in that case, i definitely overpaid for my carpet." (eğer her şey bir yanılsamaysa ve hiçbir şey yoksa; evdeki halıya kesin fazla para bayıldım demektir.)

bu sendromda deniliyor ki

bebekler solipsist olarak doğarlar, sadece kendilerini düşünür ve kendileriyle ilgilidirler. geliştikçe empati yapmayı öğrenirler.

sosyalleşmenin bir uzlaşım kültürü olduğunu söylemeye paralel bir söylem.

ancak, bir solipsistin solipsist olmayanla ya da daha doğru bir anlatımla, kendinden başkasıyla olgulara ilişkin bir pratikte anlaşmazlığı yoktur. solipsist, bir başkasının -varoluşuyla- kanıtladığı, inandığı, olumladığı (ya da kendine sebeplendirerek kanıtladığını, inandığını, olumladığını öne sürdüğü) bir gerçekliğin, bu ikisi arasında oluşturulan dildeki uzlaşımını reddeder -dili de ya da herhangi bir iletişimin olanaklığını da reddetmesi gerekmez mi? (gerekmediğini düşünmesini sağlayan, kendisinin sözkonusu dilin bir ucunda olmasını sağlayan çelişkili tasarımıdır.) başkasının gerçek'inin kendi algılamasında, tanımlamasında karşılığının olamayacağının; başkasının kırmızıyı kendisi gibi kırmızı olduğunu düşündüğünden-gördüğünden emin olmanın bir yolu bulunmadığını söylediği için "benim kırmızım benim kırmızıyı görme-tanımlamama aittir; seninki mırmızıdır, mırmızıyı görmeni sağlayan organik yapılanman nasıldır bilmiyorum ama ona göre tanımlamanda -tanımlama mantığını da bilmiyorum ama- ortaya çıkan sonuç seninkidir -seninkiliğin benimkilik dediğimin iyelik gramerindeki karşılığı olup olmadığından da emin olamayacağımı daha önce ima etmiştim sanırım." der.

solipsism syndrome'a dair ya da etrafında bir film için de (bkz: waking life)

bir solipsistin diğer insanlarla (veya diğer solipsistlerle) iletişim kurmaya çalışması bir çelişki değildir. neden çelişki olsun ki?

diğer insanlar öznel benlik taşımayan dış dünya robotları ya da sadece aklımın ürünü olan suretler olabilirler, fakat bu onlarla iletişime geçmem için bi engel teşkil etmiyor. nasıl ki bilgisayar oyunlarındaki karakterlerin gerçek olmadığını bildiğimiz halde o oyunları oynamaktan zevk alabiliyoruz, gerçek olmadığını bildiğimiz roman ya da film kahramanlarıyla empati kurup, aslında hiç yaşamamış bu insanlarla ilişki içine girebiliyoruz, aynı şekilde bir solipsist de -ister kafasının içinde, ister dış dünyada olsun- belli kalıplara veya kurallara (fizik kurallarına ya da solipsist aklın mantık kurallarına) göre davrandıkları için anlamlandırılabilir olan bu varlıklarla iletişime geçmekten zevk alabilir, bu iletişimden kendine fayda sağlayabilir.

aklımın ürünü olan silahlı bir soyguncu cüzdanıma talip olduğunu söylediğinde, "sen aklımın ürünüsün siktir git" diyebilirim. tabi bu soyguncu suretini yaratan aklım yaptığım seçimin sonucunda suretin beni vurduğunu kurgulayacaksa ve bana da vurulma acısını yaşatacaksa, ben de o sureti basbayağı muhatap alırım, aklın şaşar. suret dış dünyada var olan benliksiz bir robotsa, onun bana zarar vermesine engel olacak yordamları arar ve uygularım. eğer aklımın bir ürünüyse, yani bütün bunlar, bütün algıladıklarım, yaşamımın tamamı zihnimin labirentlerinde geçen bir oyunsa, kendi zihnimi keşfetmek için uğraşır ve bana zarar verecek yollara sapmamaya çalışırım.

iletişim kurduğum insanlar benliksiz bile olsa, yine de bana benziyorlar. tabi olduğumuz doğa yasaları müşterek. gerçekte onların ne yaşadığını ya da yaşamadığını bilmeme zaten imkan yok. ama bir suret bir diğer surete kötülük edip bir zarar verdiğinde, benim vicdanım yine de tetikleniyor. bu da solipsizmin "sırf-kendini-düşünürcülük" damgası yemesine engel olabilecek bir detay. bütün bunlar bir hayal bile olsa, yine de bunun güzel bir hayal olmasını isterim (isteriz?).

materyalizmden solipsizme yolculuğumdan notlar

mekanik titreşimi ileten bir ortam olmadıkça ses olmaz. nükleer reaksiyonlarla gümbür gümbür patlayan yıldızları, ve dahi en yakınımızdaki yıldız olan güneşin patlama seslerini bu yüzden duyamıyorum. ses gibi bir fenomenin ortama bağlı olarak var ya da yok olması ne garip...

peki şu karşımdaki gül ağacı, yanıbaşında öten kuşu duyabiliyor, güneşi görebiliyor mu? onun dünyası sessiz ve ışıksız. güneşi benim gibi sınırları çizilmiş bir daire değil, üzerine akan bir sıcaklık olarak algılıyor. hayır, bu dediğim de yanlış. o, güneşi hiçbir şekilde algılayamıyor. peki ışığa yönlenmeyi nasıl başarıyor? bir şeyi algılamadan ona yönlenmek mümkün mü? değil mi? sürekli güneşi takip eden güneş panelleri de mi algılıyor o zaman?

gül, duyu organı olmadığı için değil, duyuları değerlendirecek bir zihne sahip olmadığı için algılayamıyor güneşi. bense zihnim sayesinde varlıkları algılayabiliyorum. dış dünyadan gelen bilgiler, diyelim ışık, duyu organlarıma çarpıyor. orada bu uyarıyı alan hücreler uyarı ile orantılı olarak sinir atımlarına başlıyor, bu sinir atımları başka hücrelere ulaşıyor, onlardan başkalarına, onlardan da başkalarına derken, görme deneyimini yaşıyorum. ışığın bedenimin sınırında sonlanması ne garip; bundan sonraki tüm işlemler sinyal dönüşümü aslında. hey, ben ışığı değil de onun dönüştürülmüş temsillerini mi yaşıyorum?

piyanonun sesi, mekanda bir titreşim halinde var olurken, bende sese dönüşüyor; ben bu titreşimi ses olarak temsil edenim çünkü. gülün kokusu, birkaç kimyasalın burundaki hücrelerimle girdiği reaksiyonun temsili, şekerin tadı da öyle. bir şeye dokunduğumda, bedenim ile dokunduğum cisim arasında oluşan mekanik gerilmenin bir temsilini yaşıyorum. tüm duyularımla, aslında gerçekliğin yeni bir temsilini kuruyorum: zihinsel temsil!

o halde dışarıda aydınlık yok, dışarıda ses yok, koku, sıcaklık, lezzet yok. her şey benim içimde üretiliyor. ben güneşin aydınlattığı bir yolda yürür sanırken kendimi, mutlak karanlığın, mutlak sessizliğin içinde yürüyorum aslında. zombiyim ben! hatta belki de aynada gördüğüm yansımaya hiç benzemiyorum; bu benzerliği bana kim garanti edebilir ki? hatta hatta, dış dünya diye dediğim bir şey bile yok belki de; kendi içimde adım atıyor, kendi kendime dokunuyor, kendi tadıma bakıyorum... ışık dışarıda değil, kendi içimde.

ben sadece kendimi yaşıyorum.

bir ömer hayyam rubaisi ile anlatılacak olursa

ben olmayınca bu güller, bu serviler yok.
kızıl dudaklar, mis kokulu şaraplar yok.
sabahlar, akşamlar, sevinçler, tasalar yok.
ben düşündükçe var dünya, ben yok o da yok...

solipsizm theoria'da bir çok farklı tartışmaları beraberinde getirse de benim ele almak istediğim mevzu bizzat praksis'in içinden

merak etmeyin "alengirli" bir tartışma içerisine girme gayretinde değilim; alelade olup bitmiş, solipsizm içerikli küçücük bir olay burada not olarak kalsın, unutulmasın istedim. :)

olayın kahramanları ufaklık cemil ve babası rauf, altmışların sonu

cemil sigaraya yeni başlamış, en sevdiği şeylerden biri velespitine binerken sigara içmek... ağaçlı, toprak yollarda bisiklet sürerken tüttürüyor bu. gel zaman git zaman cemil bir gün yine elinde sigarasıyla yollarda akarken karşıdan babası rauf'un geldiğini görüyor. elbette babası da bunu görmüş. her neyse cemil panik yapmıyor yavaşlayıp usulca sağa çekiyor. sonra, "eğer şimdi gözlerimi kapatıp beklersem o da beni görmez ve bu iş hallolur" diyor içinden ve gözlerini kapatıp beklemeye başlıyor bisiklet üstünde... 

gözlerini açtığında tokadı yemiş ve yerde buluyor kendisini...

demek ki solipsizm bir yana, solipsist tavır gündelik yaşantının bu raddesine dek işlemiyor rıza baba.

solipsizmi savunmak, solipsizmi anlatmak için kitap yazmak absürttür

kitlelerin önüne çıkıp "siz varsınız çünkü ben sizi algılıyorum" demek, bunu diyebilmek için kitap yazma zahmetine girmek garip bir çelişki olsa gerek.

solipsizm kendi bedenine sıkışmış insanın hastalığıdır bana kalırsa ve saçma oldugundan değil fazladan bilgi sağlamadığından genel kültür havuzuna atılır, geçilir.