Hepimizin Geçmişinden Birer Parça Taşıyan Eğlenceli Bir İlkokul Aşkı Hikayesi
selva. 'teneffüs'ün kelime anlamı. okula gitme sebebim ve her şeyden habersizim. evet yani kendisinin hiçbir zaman haberi olmadı bunlardan. çünkü bir kere bile konuşmadık. 4. sınıfta canıma tak etti bir gün, söyleyecektim artık.
her şeyi göze aldım. kantine indim, arka arkaya aç karnına 3 tane kola içtim. kafam çok güzel. ne söyleyeceğimi bilmiyodum tam olarak ama söyleyecektim işte. inanılmaz yaklaştım kendisine..aramızda 20 metre var yok. aaaaa 20 metre benim için çok büyük aşama öyle demeyin. oldukça kararlıydım.. sonra yusuf çıktı karşıma. herkesin ortasında "naber sarı pipi" dedi (evet saçlarım sarı). herkes çok güldü. selva da duydu. yusuf gerçek bir orospu çocuğuydu. o an dünyam karardı. karanlıktan korktuğum yıllardı. hemen ışığı yaktım, kimse yoktu..karşımda bir tek yusuf vardı. "naaptın olm?" dedim. "naaptım abi?" dedi. "niye sarı pipi diyosun?" dedim. "abi hep diyoruz yaa niye bozuldun asdhjf" dedi. "olm selva var orada görmüyo musun hayvan mısın?" dedim. ışıklar tekrar söndü..yakmadım bir daha, kalsın karanlıkta yavşak.
ben de sınıfa gittim "ahahahah"lar ve "safsfsagsf"lar eşliğinde. kalem aldım bi de kalemtraş..çöpün oraya çöktüm. inanılmaz sivrilttim kalemimi. çıkıştaki kalabalıkta yusuf'un arkasına yanaştım..kalemin gerçekten kılıçtan keskin olduğunu işte ben o gün anladım.
şimdi şu fotoğrafa bir daha bakın. 5. sınıftayız. okulun son günü. yani artık selva'yı yarım yamalak bile göremicem.
gösteriler falan oluyor. herkes herkese sarılıyor. bi ara mutlaka selva da denk gelir diye ben de herkese sarılıyorum ama bir türlü gelmiyor. hiç sevmediğim insanlara sarılıp duruyorum. gerizekalı yusuf'la dahi 3 kere sarıldık birbirimize. o kadar sarılınca, ufak ufak yusuf'tan bile hoşlanmaya başladım, selva hala yok. kimi görsem öpüyorum. resmen elden gidiyorum. sonra bi baktım işte o bankta tek başına oturuyor. ama sanki ayrı bir cumhuriyet orası. sanki o bankta oturmak için, konsolosluktan oturma izni başta olmak üzere epey bir izin almak gerekiyor. her şeyden önce randevu almak gerekiyor. çirkin biyometrik fotoğraflar, bankada bir miktar avro falan gerekiyor. ayrıca sözkonusu banka ne amaçla gittiğim, ne kadar süre oturacağım, ne zaman kalkacağım..bunların da hepsinin ayrı ayrı cevaplanması gerekiyor. selva'nın çifte vatandaşlığı var. hatta galiba schengen'i falan da var. çünkü dikkat ettim her bankta oturabiliyor.
benim konsoloslukla uğraşacak vaktim yok, sabrım da yok. ama annem var. okulun son günü bütün anneler var. "anne" dedim.."şu kızı görüyo musun?" "görüyorum" dedi. "onun fotoğrafını çeksene" dedim. "ne var olm çekerim tabii" dedi, gitti 10 saniyede çekti geldi. inanılmaz heyecanlandım. çünkü artık selva'ya istediğim kadar bakabilecektim. baya bakışacaktık yani, hatta belki konuşacaktık. hem de sarı pipisiz, yavşak yusuf'suz. sonra bi arkadaşım geldi, "selva'nın gösterisi var" dedi. sahneye çıkacaklarmış arkadaşlarıyla beraber. "eşiyim ben" dedim..en öne oturdum..hayatımda izlediğim en güzel dans gösterisiydi. sonra kayınvalidem ay pardon annesi geldi, kızcağızın üstünü değiştirdi. çıkardıkları üstü sahnede unuttular. hemen gittim o kargaşada (ç)aldım onu. sonra acayip koştum. bir elimde fotoğraf makinesi, bir elimde giydiği bişey, her ikisinde de selva var. ellerim selva dolu. kendisini artık her gün görebileceğim gibi, kokusunu da her gün koklayabilecektim. daha ötesi yoktu. koşuyordum tam olarak nereye koştuğumu bilmeden.
nietzsche; "insan eksik, tamamlanmamış bir varlıktır. açıktır her şeye: gerisin geri de gidebilir, sağa sola da sapabilir, yukarılara da yükselebilir" demiş ya, ben eve gittim valla hemen. nietzsche biraz bozuldu ama umrumda değildi. geceyi fotoğraf makinesi, selva'nın bişeyi ve ben beraber geçirdik. sabaha kadar uyumadık. laf lafı açtı. sabah 7'de fotoğrafçının dükkanındaydım. taş devri'nin taş devri olduğu zamanlar. fred çakmaktaş'ı falan gözüm görmüyor..izlemeden, kahvaltı etmeden vurdum kapıyı çıktım. wilma, bam bam falan böyle kaldı. herkes şok. düşünün işte, henüz insanlar kollarındaki saatleri gerçekten saate bakmak için takıyorlar. dijital makine falan yok, film var..veriyosun filmi, sonra alıyosun. "ne zaman alırım?" dedim. "hemen olmaz daha banyo falan olacak" dedi. "ne banyosu ya?" dedim. sevgilim ve fotoğrafçı denen o şerefsiz, karanlık bir odada banyo yapacaklarmış..yoksa bu fotoğrafın çıkma ihtimali yokmuş. inanılmaz sinirlendim, akşamı zor ettim. sonra gittim aldım selva'yı fotoğrafçıdan. "nerde kaldın sarı pipi?" dedi. "selvaaaaa..." dedim zaten sinirliyim.."şaka şaka tamam" dedi. "konuşmadın dimi lan fotoğrafçıyla falan?" dedim. "aşkm deli misin ne konuşucam elalemin adamıyla" dedi. "hem bak zaten öyle çıplak banyo yapmak günahmış" dedim. o bunu düşünürken eve geldik.
kokusu yanımda, kendisi karşımda..ilk kez o gün uzun uzun bakıştık. gözlerimi kaçırmadım hiç. kaç saat baktığımı hatırlamıyorum ama uyuyakalmışım. sabah selva'nın o şeyini balkonda gördüm. mandalla asmıştı annem, yıkamış. "bunu neden yıkadın anne!!??" dedim. "oğlum pis gibiydi, bak mis gibi oldu" dedi. "sensin pis!" dedim. mis gibiydi o, asıl şimdi pis gibi olmuştu. selva artık yumoş kokuyordu, vernel kokuyordu..hiç çekici değildi. o şeyin artık benim giydiğim şeylerden bir farkı kalmamıştı. geriye kalan sadece fotoğrafıydı. işte bu fotoğraf ve onun öyküsü.
not: selva eğer bir gün bu yazıyı okursan sana sesleniyorum: yıllığa soyadını yanlış yazmış olabilirler mi? google bile hayata küstü aramıyor artık seni. ilkokul arkadaşlarımın çocuklarının mahalle arkadaşlarıyla yaptıkları maçın skorunu bile biliyorum (11-8) ama senin hakkında en ufak bir bilgi yok koca internette. yoksa susan sontag'ın dediği gibi her şey bir fotoğrafta son bulmak için mi varolur gerçekten?
Hikayeyi yazan Sözlük yazarı soner bastiat'ı Twitter'dan takip edebilirsiniz.