SİYASET 8 Şubat 2018
51,4b OKUNMA     1294 PAYLAŞIM

İktidara Geçen Kişinin Güç Zehirlenmesiyle Kontrolünü İyice Kaybetmesi: Hubris Sendromu

İnsanoğlunun temelinde masum olmayan doğasından mı yoksa iktidar denen şeyin etkisinden mi bilinmez ama bu sendromun ciddi bir sorun olduğu aşikar.
Demir Leydi Lakaplı Eski İngiltere başbakanı Margaret Thatcher

iktidarı veya gücü elinde tutan insanların abartılı bir gurur ve kendine aşırı güven duyması; bununla birlikte başkaları için küçümseme duygusu yaşamasına 2009 yılından itibaren hubris sendromu denmektedir. bu sendromu günlük dilde güç zehirlenmesi olarak da tanımlayabiliriz.

hubris, antik yunan’da kibir anlamına gelir. yapılan tanımlamalara göre sendrom, öncelikle kişinin gücü tatmaya başlamasıyla ve olayların merkezinde bulunmaktan keyif almasıyla başlar. başarı ve gücü elinde bulundurma hissinin verdiği hazla devam eder. zamanla narsizm, gerçeklikten kopuş ve hatta akli dengesizliklere varan seviyelere ulaşabilir. bu seviyelere ulaşan sendrom ile artık bağımlılık yapan gücü bırakmak kişi için çok zordur ve kişi bunun olmaması için her yolu denemeye hazır olabilir.

hubris sendromu yaşayan liderlerde aşağıdaki belirtiler görünmeye başlar

1. bulunduğu makamda güç gösterisinde bulunmanın ve zaferler kazanmanın çok önemli olduğunu düşünmek.

2. hakkındaki algıyı iyileştirmek için kendisini hep iyi gösterecek durumlarda bulunmaya eğilim, kötü gösterecek durum ve yerlerden kaçınma.

3. imaj ve görünümle ilgili orantısız kaygı.

4. basit eylemlerinden bile imkansızı başarmış edasıyla ve abartarak bahsetmek, yüceltilmeye ihtiyaç duyma.

5. kendisiyle ulusu ya da kurumu özdeşleştirmek, kendi bakışı ve çıkarlarıyla ulusun/ kurumunkini özdeşleştirmek.

6. kendisinden üçüncü tekil şahıs zamiriyle ya da “biz” diye söz etmek.

7. kendi yargılarına aşırı güven, aynı zamanda başkalarının öneri ve eleştirilerini küçümsemek.

8. her şeyi kişisel olarak başarabileceğine dair mutlak inanç.

9. çevresindeki insanlara ya da halka değil, tarih ve tanrı'ya hesap vereceği inancı.

10. tanrı ve tarih karşısında haklı bulunacağına dair sarsılmaz inanç.

11. sıklıkla artan bir yalnızlaşmanın eşlik ettiği gerçeklik duygusunun kaybı.

12. huzursuzluk, acelecilik, düşünmeden kararlar alma

13. kibirli tarzından dolayı rasyonel kararlar alamama ve dolayısıyla başarısızlık.

david owen ve jonathan davidson bu tanımlamayı ve çalışmayı abd ve ingiltere'de son yüz yılda başkanlık veya başbakanlık yapmış liderleri inceleyerek derlemişlerdir. tabi ki bu sendrom bütün dünya liderlerinde, daha küçük ölçekli politik liderlerde ve hatta şirket-kurum-kulüp yöneticilerinde görülebilir.

insanlık, eşitlik ve özgürlük mücadelesinde mevzi kaybedip geriye düştükçe yeni duyduğum bu "sendromlarla" daha çok karşılaşacaktır

toplumlar uygarlık aşamasına ulaştıkları zamandan itibaren ve bundan yaklaşık 15 yy öncesine kadar köleler ve efendiler biçiminde örgütleniyorlardı, tabii tüccarlar da vardı. uzak asya'da 2000 yıl önce feodal devrim başlamıştı ve avrupa'nın yüksek köle kültürüne sahip köleci devletlerinin yıkılması sonucunda geri avrupa feodal döneme çok daha geç girmiştir. bu tarihler her toplum için değişiyor ve bir bıçak hamlesiyle kesilip başlamıyordu elbette...

insanlık tarihinin en yoğun ve şiddetli sömürü döneminde kölelerin emeğine el koyan ilkel devletlerin sahibi hükümdarlar, surların içine hapsedilmiş insanların gözünde tanrı katındaydı.

devletler gelişti ancak kölelik devam ettiği müddetçe tanrı-hükümdarlar varlığını sürdürdü. firavun, hammurabi, 2. pakal, tengri kağan vb boyunduruğundaki insanlar için her şeye kadirdi.


doğa tapınıcılığı, önceki dönemlerin dilden dile aktarılan iyi ya da kötü özelliklerinin liderler (tanrı-hükümdarlar, kabile şefleri) şahsında efsaneleşmesi (mitoloji) tek tanrılı dinlerin egemen hale gelmesine kadar sürdü.

feodal devrim, toprağa bağlı köylülerce tarım yapılmasının köle emeği sömürüsünden daha nitelikli hale gelmesiyle, bilimsel gelişmeler ve elbette sınıf mücadeleleriyle gerçekleşti.

altyapısal bu değişim sonucunda hükümdar-tanrılar yıkıldı ve yerlerini tanrının yer yüzündeki elçileri aldı. ortaçağ'ın tek tanrılı din devletlerinde imparatorlar, şahlar ve padişahlar tanrının gölgesi, kılıcı veya allah'ın elçisiydi, tanrının buyrukları ile hükmediyorlardı.

demokratik devrim mücadeleleri ile insanlık toprağa bağlılıktan, imparatora tebaa, aşirete mensup, tarikata ve beylere kul olmaktan kurtuldu. feodal devrimi geç yapan avrupa bu kez -diyalektiğe uygun biçimde- kapitalist devrime öncülük etti.

sonuçta tanrı-hükümdarların ve tanrıdan yetki alan egemenlerin yerini zamanla temelde bizden farklı olmadığını bildiğimiz yöneticiler aldı.

demokratik devrimini tamamlamış toplumlarda yöneticiler toplumdaki bireylerle eşit kabul edilmekte fakat bu devrimlerin gerisine adım adım düşen bizim gibi toplumlarda yukarıda yer alan sıralamaya uygun biçimde yöneticiler giderek kutsallaşıp, tanrılaşma merdivenlerini tırmanmaya başlarlar.

sofokles'in antigone'sinde devletin başı hükümdar kreon da aynı hastalığın kurbanıdır. genelde yönetmek isteyenlerin rahatsızlığıdır. kimine göre insana özgü evrensel bir kusurdur. (thomas hobbes) kimiyse bu kusuru yaratıp körükleyenin modern uygarlık olduğu kanısındadır. (jean-jacques rousseau)

martin heidegger'e göre modern toplumun ve modern insanın baş belasıdır. teknoloji yoluyla her şeyi halledebileceğini, her derde çare bulabileceğini, her mesafeyi katedebileceğini ve bunun için gerekli olan her şeyi göze alabileceğini, gerekirse bütün dünyayı ve dünyadaki başka varlıkları hatta insanları araçsallaştırabileceğini, dünyanın efendisi olabileceğini sanan zavallı ve haddini bilmez, kendi kibrinin kurbanı olmuş insan. ruhunu şeytana satmış bir mefistofeles, ölümlü olduğunu unutmuş doktor frankenstein, iktidar saplantısıyla hep daha fazla güç isteyen macbeth.

hubris'in panzehiri, diyor heidegger, gelassenheit: her şeyi dönüştürmeye ve kontrol etmeye kalkmayın, varlığın sesine kulak verin, kendinizi varolan diğer varlıklara açın, onların başka başka tarzlarda kendilerini gerçekleştirmelerine izin verin, ölümlü olduğunuzu hatırlayın ve güç istencinden vazgeçin. hayır, her şey mümkün değildir; insanın değiştiremeyeceği, iradi olarak kontrol edemeyeceği, onun bütün arzu ve hedeflerini aşan şeyler vardır. insan, ölümlü bir varlıktır. yapıp ettiği her şey, bütün her şey bu faniliğin izini taşır. bunu hatırlayarak yaşayın.

hamlet de güç istencinin yarattığı hubris'e dikkat çeker ve hemen ardından faniliğimizi ve kırılganlığımızı hatırlatır: "çamur içinde bir delik, bir tümsek; budur bekleyen bizi".