Sinematografisi ve Kurgusuyla Ağızları Açık Bırakan Bir Film: La Grande Bellezza
insanoğlunun yaşamı boyuna uğraştığı şeylerin başında hayata bir anlam katmak geliyor sanırım. hayatı tamamen amaçsız ve boşu boşuna yaşamanın getirdiği gerilimden kurtulmanın en güzel yollarından biri, kişinin kendine sorduğu onlarca soruya verecek cevaplar bulması. bazıları hayatının anlamını “var olmak” ile açıklayacak, bazıları ise hep bir şeyleri "aramak"ta olduklarını söyleyeceklerdir. hayatın anlamsızlığının altını çizen varoluşçu yazarlar bile bunu pesimistik bir nihilizme değil de, yapıcı bir mekanizmaya bağlama ihtiyacı hissetmiştir. nefes alabildiğimiz saniyeleri değerli bir şey için harcadığımızı düşünmenin gerekliliği, bir yandan aksinin mümkün olduğunu aklımıza getirmememizi telkin eder. sürekli yapacak şeyler vardır, gezecek ülkeler, tanışacak insanlar, yiyecek yemekler… dünyanın sunduğu o kadar çok şey vardır ki, bu karmaşa içinde pek çok şeyi neden yaptığını sorgulamak bile istemez insan. la grande bellezza bütün bu yolculuğu sonuna yakın bir yerden tutmak istiyor. kimselerin pek yaklaşmak istemeyeceği, itici, depresif bir nokta aslında. ama bu filmde benzerlerinde olmayan eşsiz bir şey de var: uzun süredir yaratılmış en iyi karakterlerden biri.
jep gambardella ile tanışmak aslında 70lerin sonu, 80lerin başındaki woody allen karakterleri ile tanışmak gibi. gerçekten itici olabilecek sınırda gezinirken, iç hesaplaşmaları ile izleyiciyi bambaşka bir gezintiye çıkartıyor. akıllı, komik, eleştirel, hatta yer yer sinir bozucu olmasının yanında, hayatı boyunca hep bir şeylerle karşılaşmış ama bunların çok azını içselleştirebilmiş. misojinist değil de misantrop olduğunun gururla dile getiren, arkadaş ortamlarında ölçüyü kaçırmakta herhangi bir sıkıntı görmeyen, hep çemberin içinde olan ama aslında hep dışarıdan bakmaya çalışan ve içten içe sürekli bir şeyleri arayan biri. ama o kadar uzun zaman geçmiş ki, artık ne aradığını hatırlamakta bile zorlanıyor. “muhteşem güzellik” evet, pek çoğumuzun aradığı gibi. ama ne olduğu konusunda kaçımızın elle tutulur bir fikri var ki? üstelik roma’nın büyülü mekanlarına girip çıkabilecek etkiye sahip olmasına rağmen bunlardan aldığı tatmininin sınırlılığı düşünülünce, zevk ve sefa içinde geçen bir hayatın sonunda geldiği nokta düşündürücü.
gambardella’nın bizim bilincimizdeki hikayesi 65. yaş günü ile başlıyor. bizi alıp roma burjuvazisinin anlamsız zevkler panayırına götürüyor. onlara attığı küçümseyen bakışlarına rağmen onlardan da kopamadığı belli olan gambardella, ilk romanını 35 yıl önce yazıp hem eleştirel hem finansal büyük bir başarı kazandıktan sonra roma’dan hiç ayrılmamış. “muhteşem güzellik” roma’da saklı gibi görünüyor, ama gambardella nerede olduğunu biliyor gibi görünmüyor. ya da arayışından bir noktada vazgeçmiş ve kendini hayatın anlamsızlığı için zevke duyarsızlaşacak derecede hedonist bir noktaya konumlandırmış. tabi bu roma güzellemesi olan film, bir noktada fellini diye bağıran tiyatral ve episodik yapısını kırmak durumunda kalıyor. bir ölüm haberi ile. gambardella’nın yıllar boyu görmediği ama öldüğünü öğrenene kadar da en değer verdiği kimse olduğunu fark edemediği kişinin ölümü: ilk aşkının. muhtemelen onun ilham perisi olmuş, belki de “muhteşem güzellik” arayışına onu iten bu kimse, anılarda tekrar karşımıza çıkıyor. film bir anda yaşlı atmosferinden sıyrılarak kendini gençliğin sıcaklığına teslim ediyor. belki de o sıcaklık, gambardella’yı bütün bu tatsızlık içinde bile hala yaşamaya itiyor. diğer insanların uyanmaya karar verdiği saatte uykuya dalmaya itiyor. yıllar sonra tekrar aşık olmaya itiyor. o enerjinin merkezinde hala bir miktar kalmış durumda.
35 yıl boyunca kitap yazmamış olmasını, yazacak değerde bir şey bulamaması ile açıklasa da, bunun dürüst bir yaklaşım olmadığı ortada. paolo sorrentino, bu eşsiz karakterini ön plana çıkaracak zıt karakterlerle beslemeyi sürdürüyor. aslında filmde karşımıza çıkan pek çok karakter gambardella’nun bir yönüyle karşıtı. yazar arkadaşı mesela, asla istediği başarıya ulaşamıyor ama yazmaya devam ediyor, ona kötü davranın bir kadına aşık ve sadık kalmaya çalışıyor. ya da ilk aşkının kocası, aradan geçen zamandan sonra yeni bir kadınla birlikte olmaya başlıyor ve sıradan hayatlarında ne kadar mutlu olduklarını açık bir şekilde ifade ediyor. zenginlik ve lüks içinde yaşayan gambardella kıskançlık, küçümseme ve samimiyet karışımı bir ifade ile “siz ne kadar güzel insanlarsınız.” diyor. insanların yaşama sevinci, bir şeyler yapabilecek enerjiyi bulabilme gücü hem küçümsenmesi gereken hem de gıpta ile baktığı bir şey onun için. filmin sonunda gelen 100 küsür yaşındaki azize karakteri ise, artık gambardella’nın yaşadığı absürt anlamsızlık içinde ayrı bir zirve oluşturarak hikayesini noktalandırıyor. hayatını bir güzelliğe ulaşmak için harcamak değil, harcanın hayatın içindeki güzelliklere tutunmak belki de tek çare gibi görünüyor. gambardella hayatındaki sıcacık o anıya tekrar tekrar döndüğünde, o duyguyu hissedebildiğini, ve gerçekten güzelliği orada araması gerektiğini düşünüyor. tanıdığı, sevdiği herkes teker teker ölürken veya onu terk edip giderken oluşan derin boşluğu dolduracak malzemeye sahip olup olmadığından emin değil, ama denemekten başka çaresi de yok gibi görünüyor. sonu olmayan hedonizmin bir çözüm olmadığını biraz geç de olsa fark etmiş ve bir şeyler üretmenin belki de varoluş acılarına merhem olacağını biliyor. bu karanlık komedi, sonunda çok aydınlık bir çözüm yolu sunuyor. sorrentino belli ki kendine sık sık öğütlediği şeyi, karakteri üzerinden bize yansıtıyor.
paolo sorrentino, fellini’ye olan öykünmesini gizlememiş, ama filmini onun tarzıyla sınırlı tutmamış. komik unsurlarını küçük burjuvazinin enteresan saplantıları üzerine kurmuş, bir yandan da karakterinin derin yolculuğuna bizi görsel olarak da davet edebilmeyi başarmış. hem komik hem de dramatik yönünü bu kadar başarılı tutabilmesi, ikisinin gücünü de sinerjik şekilde arttırıyor. bir saniye bile durmayan kamerası müzik videosu çeken bir eda ile gezinirken, roma’nın güzelliğini fotoğraflarken ölen japon turisti, botokscu doktoruna hindistan’da mükemmel bir dizanteriye yakalandığını anlatan kadını, yıllarca tek bir cümle bile kurmayan komşunun gizli sırlarını, televizyonu olmadığı için anlamsız bir gurur duyan ve bunu her fırsatta dile getiren kadını ve pek çok benzersiz ayrıntıyı da yakalamayı beceriyor. dahası filmin zıt uçlarda gezinen müzikleri de bir filmde abartılı müzik kullanımı nasıl başarılı olabilir, bu konuda bir ders gibi. arvo part’ın minimal klasik müziği ile en kitsch disko şarkıları aynı filmin içinde ancak bu kadar başarılı eriyip gidebilirmiş.
sorrentino, şimdilik kendi “muhteşem güzellik”ini bulmuş gibi görünüyor. şiirsel olduğu kadar komik, komik olduğu kadar derin, derin olduğu kadar karmaşık yapısı ile tanımlanamayan bir yerde duruyor. italyan sinemasının uzun süredir çıkardığı en iyi iş, ve buna yaklaşacak bir eser çıkarmaları biraz zaman alacaktır.