Stanislaw Lem'in İnsanı Darmaduman Eden Bilim Kurgu Romanı: Solaris
uyarı: yazı, kitapla ilgili spoiler içerir.
"uzaylılarla gerçek bir iletişim kurmak mümkün müdür?" sorusu üzerinden iletişim, bilinç, evrensel sabit değerler, anlam, bakış açısının göreliliği, insan beyninin işleyişi, duyguların davranış ve kararlar üzerine etkisi gibi konulara balıklama dalarak lem ustanın benzersiz yaklaşımını deneyimleyebileceğiniz bir başyapıttır solaris.
lem usta solaris'te hiç kıvırmadan, açıkça "uzaylılarla gerçek bir iletişim kurmak mümkün değildir" diye yüzümüze yüzümüze vurur. bu zaten lem ustanın gerçek hayattaki düşüncesidir, benzer yaklaşımı aden kitabında da bulabilirsiniz. iletişim kavramını sorgulayan lem usta, insanların iletişime bakış açısının son derece insansı (humanoid), dar görüşlü ve yetersiz olduğunu anlatır.
lem usta, ne carl sagan'ın hippi iyimserliğindeki matematik gibi baştan aşağı insan zekasının kendisini rahatlatmak için uydurduğu ve anlam yüklediği bir yöntemle, ne de hollywood romantizmindeki müzik/ses denen insan fizyolojisine bağlı ve insan anlam addettiği için anlamlı olan zırva yöntemlerle iletişim kurulabileceğini söyler. çünkü çoğu insanın, hatta çoğu zeki insanın iddia ettiğinin aksine kavramlar yalnızca onlara anlam yüklediğiniz sürece bir çözümleyici/iletişim aracı olabilirler. kuralları, formülleri, yöntemleri, ispatları tamamen insan beynine ve bilinç akışına bağlı olan kavramların evrensel bir sabit değer olduğunu iddia etmek saçmalıktan ibarettir.
"bi dakka ya, matematik evrensel sabit bidi bidi..." hayır değil. anlam yüklediğiniz için anlamlı olan kurallarını kendi uydurduğunuz bir iç rahatlatma mekanizması o. "olur mu ya? bilinen evrenin her yerinde gözlemlenebili..." hayır öyle bir şey olmuyor, sadece siz öyle olduğuna karar veriyorsunuz. pilot kalemle yaratıcıyı kanıtlayıp kalemin bir tasarlayıcısı varsa kendiliğinden olamıyorsa insanın da olmalıdır diyenler de, "dünya biraz güneşe yakın olsaydı yanardık, uzak olsaydı donardık, demek ki yaratılmış mükemmel bir düzen var" diyenler de tam olarak aynı yaklaşımı gösteriyorlar. yani bilinmezliğin bilinir hale gelmesi için humanoid bilinç akışına göre son derece tutarlı ve yanlışlanamaz bir düşünce sistemi geliştiriyorlar. bunu yaparak o korkutucu bilinmezliği ve anlamsızlığı astıklarını düşünüyor ve içlerini rahatlatıyorlar. "olur mu lan saçmalama, biz o matematikle kuyruklu yıldıza roket indiriyoz demek ki sabit bir evrensel değer bıkerem" hayır değil. sadece insanın bilebildiği ve ona anlamlı gelen son derece kısıtlı nesneler/maddeler ve hareket gibi muğlak kavramlar üzerinden bir sonuca ulaşıyorsunuz ve bu kadar lokal ve insan beyni odaklı bir bakış açısıyla her şeyin bu uydurduğunuz sistematik üzerine işlediği sonucuna varıyorsunuz. bu tam olarak işsiz bir adada muz yiyerek yaşayan birinin dünyadaki tek yiyeceğin muz olduğu, ve dünya denilen şeyin sonsuz bir su kütlesi olduğu üzerine kendi açısından yanlışlanamaz bir düşünce geliştirmesi ve bunu tüm ispatlarıyla/kanıtlarıyla müşahade ettiği için kendisinden son derece emin olması gibi bir şey.
halbuki hareketin dinamiklerinin bambaşka olduğu, hatta insana anlamlı gelen hareket gibi kavramların bir anlam ifade etmediği, katı madde gibi şeylerin anlamlandırılamadığı, hatta madde kavramının olmadığı, fizik kuralları gibi tamamen insana anlamlı gelen gözlemlere dayalı düşünce sistematiğinin hiç bir işlevselliği ve anlamı olmadığı varoluş formları/boyutları olamayacağı gibi bir yaklaşım son derece aptalca, sığ ve bağnazcadır. buna karşı öne sürülebilecek her karşı çıkış sadece insanların asla humanoid bilinçten tamamen bağımsız düşünemeyecek olmasından kaynaklıdır.
insanın evrene ve varoluşa bakışı mecburen insan merkezli (humanoid), insan deneyimlerine dayalı, ve gözlemleri sonucu oluşan bilinç odaklı olduğu için son derece kısıtlıdır.
mesela kardaşev kademeleri gibi sığ yaklaşımlarla, alancı sosyal memeli davranışları'ndan yola çıkarak oluşturulan düşüncelerin tamamı saçmalıktan ibarettir. çünkü temelinde çok doğru bir gözleme dayansa da işlevsiz bir düşüncedir. doğru bir gözlemdir çünkü insanın bildiği anlamda uygarlık kurabilmiş bütün canlılar tipik davranışlar gösterirler, işlevsizdir çünkü önce uygarlık dediğimiz kavramın gerçekten bir anlamı olup olmadığını tarafsız bir gözle sorgulayamayacak olmak, sonra da son derece kısıtlı tek tip bir örnek skalasından yola çıkıp bunun evrensel bir sabit değer olduğunu düşünmek tipik bir humanoid bakış açısından bağımsız düşünememek vakasıdır.
aynı şekilde insan gözünün çok başarılı bir görme organı olduğu, ve evrenin her yerinde görmenin buna benzer bir yol izlemesi gerektiğini savunan biliminsanları da böyledir. 1- görmek gerçekten işlevli ve gerekli bir evrensel olgu mudur? 2- görmenin bir insanın bilinciyle asla çözemeyeceği başka yolları var mıdır? bu sorular sonsuza kadar uzatılabilir ve ne yazık ki insan bilincinden bağımsız cevaplar verilemez. çünkü mesela insan bilincine göre görmek son derece işlevli bir olgudur ve görmenin (yani görsel duyunun) çalışma prensibi bellidir. ama bu tamamen işlevsiz bir yaklaşımdır.
en önemli noktalardan bir diğeri iletişimdir. insan bilincinin anladığı anlamda iletişim bir tepki biçimidir. sese, harekete, görüntüye, kokuya, ısıya, ışınlara vesaire yani geniş bir skaladaki etkilere karşı verilen tepkiye insan bilinci iletişim der. bunun bir kısmını bilinçli iletişim sayarken (insanlar arası konuşma, hayvanların çoğunun sesli komutlara itaat edebilmesi vesaire) bir kısmını bilinçsiz sayar (dokunulan bazı çiçeklerin yapraklarını kapatması, çeşitli canlıların işi ve ışığa tepki vermesi). ama bu ayrımı neye dayanarak yaptığına dair gerçekçi bir yaklaşımı yoktur. buradaki temel ayrımı tepki veren canlının fizyolojik özelliklerine göre yapar. gelişmiş bir sınır sistemine sahip olan ve bir tür beyin geliştiren canlıların tepkilerinin bilinçli olduğunu kabul ederken, diğer canlıları az gelişmiş sahip tepkilerinin bilinçsiz olduğunu kabul eder. bu da olabilecek en sığ bakış açısıdır. peki tepkilerin hangisinin anlamlı, hangisinin anlamsız olduğunu neye göre belirler? bu yaklaşımın evrensel sabit bir değer olduğunu düşünürken aslında son derece bağnazca bir yaklaşımı vardır.
bir diğer önemli konu ise insan bilinci gelişmişliği kompleks bir yapı üzerinden tanımlar, yapılar ne kadar kompleksse o kadar gelişmiştir diye düşünmeye mecburdur. çünkü insan deneyim ve gözlemleri hep bu yönde olmuştur. bunu da evrensel bir sabit değer olarak kabul eder. ama bunun neden böyle olmak zorunda olduğuna dair kendi gözlemleri ve deneyimlerinden yola çıkarak oluşturduğu bilinciyle vardığı sonuç dışında gerçekçi bir açıklaması yoktur. vereceği her cevap bu bilince ve bilincin sistematik eğitimi sonucunda ortaya çıkan metodolojiye dayanır.
en önemli nokta ise canlılık kavramının kendisi bile son derece muğlaktır. insan yalnızca insan bilinci üzerinden yola çıkarak tanımlayabildiği kadarıyla canlılık hakkında kesin yargılara ulaşır. bu yargıya ulaşmakta haklıdır da çünkü bilincine anlamlı gelen ve anlamlandırabildiği şekliyle canlılık tipik bir durumdur. ama bunun varoluşun tek yolu olduğu ve evrenin sabit bir değeri olduğu yaklaşımı baştan aşağı dar görüşlülüktür.
bu tarz örnekleri yüzlerce sayfa daha uzatabilirim ama sonuç değişmez. çünkü aslında bu örneklemeleri insan bilincine mantıklı gelebilecek şekilde anlatmak imkansızdır, her örnek muğlak bir yaklaşım, anlamsız bir zırvalama hissi uyandırır çünkü insanlar insan bilincinden aykırı düşünemezler.
durun tahmin edeyim, bu yazıyı buraya kadar okudunuz ve saçma buldunuz, bilimi bir ilerleme ve öğrenme yöntemi olarak değil statükocu bir yapı olarak benimseyip adeta bir din gibi görenlerden birisiniz ve süper karşılıklarla aslında bahsettiğim şunun şunun ve şunun yanlış olduğundan dem vurup aslında evrensel sabit değerler olduğundan, benim cehaletimden konuyu bilmediğimden falan atıp tutmak için sabırsızlanıyorsunuz. hah işte stanislaw lem usta da bu kitabı o potansiyel atıp tutmalarınızın da aslında baştan aşağı saçma olduğunu anlatmak için yazmıştır.
bir bilim ekibinin indiği solaris gezegeninde canlı olduğunu düşündüğü bir şeyi anlama ve iletişime geçme çabası içine girmesini, bütün bilgi birikimi ve deney-gözlem metodolojisini kullanmasına rağmen bir anlam çıkarma işini sadece ve sadece insan bilincinin sınırlarına göre kurabilmesini anlatır. kitaptaki rhea metaforu üzerinden insanın iletişim ve anlama becerisinin beyninin yapısıyla kısıtlı olmasına ve duygularıyla bütünleştirdiği anlamlar üzerinden kurabilmesine değinir.
aslında kitabın başından sonuna kadar solaris'teki şeyin gerçekten bir varlık olup olmadığına, bir bilinci olup olmadığına, iletişime geçmeye çalışıp çalışmadığına, karşısındakileri farkedip etmediğine, anlayıp anlamadığına dair bir hiç bir kesinlik yoktur. kitabı okuyan çoğu kişinin yanlışa düştüğü nokta; rhea ve diğer geçmişin hayaletleri karakterleri üzerinden bir iletişim kurulduğu veya iletişim çabası olduğudur. bunun bir iletişim olup olmadığı bilinmemekle birlikte bir anlamı olduğuna dair herhangi bir emare de yoktur. bu olanlar çok kompleks bir iletişim olabileceği gibi, bir bardak suya atılan ağırlık yüzünden suyun taşması gibi bir tepki de olabilir, hatta bunların ikisi de olmayabilir.
lem usta bu kitabında muğlaklık ve anlamlandıramamak yüzünden oluşan kopuşu hafifletmek için geri gelen karakterler kurgusunu kullanmıştır, bu muğlaklığı ve anlamsızlığı en ileri noktaya götürdüğü bir diğer kutsal kitabı küvette bulunan günce'yi okursanız bu muğlaklık ve anlamlandıramamanın ne kadar tuhaf ve rahatsız edici bir his olduğunu deneyimleyebilirsiniz.
işte lem usta solaris'te insanın kendi bilincini ve iletişim dediğimiz şeyin doğasını bile tanımlayamazken tamamen bambaşka şartlar altında ortaya çıkabilecek bilinçli varlıkları anlamlandıramayacağını, onunla iletişim kurulma çabası olup olmadığını bilemeyeceğini, iletişime dair sınırlarıyla hiç bir anlamlı sonuca erişemeyeceğini, kendi uydurduğu evrensel sabit değerler kavramıyla oluşturduğu metodolojinin hiç bir anlamı olmadığı için bir iletişim yöntemi olamayacağını anlatır (aden'de de).
aslında hakkında çok daha uzun yazmak gerekiyor, ama yoruldum. zaten tamamen insan bilincine bağlı humanoid bakış açısı mecburiyetinden dolayı her cümle fazlasıyla muğlak ve deli saçması gibi gözüküyor mecburen. ben gideyim de spongebob squarepants izleyeyim en iyisi.
o arada siz de şu örneği düşünün; yabancı bir gezegende bir taşın içindeki fosilin o taştan daha anlamlı olduğunu düşünmenize sebep olan ne? o taşın bilinci olup olmadığını gerçekten anlayabilir misiniz? eğer bilinci olduğunu düşünseniz gerçekten anlamlı bir iletişim kurmanız mümkün olur muydu?
verebileceğiniz her türlü cevabın (olumlu ya da olumsuz) aslında insan bilgi ve deneyimleriyle oluşan insan bilincine göbekten bağlı olmaya mecbur olduğunu farkettiğinizde çok korkutucu bir gerçeği anlayacaksınız.