Bazı Çingeneler Neden Suçüstü Yakalanınca Sokağa Tuvaletini Yapar?

beden ve direniş
çingenelerin yakalanınca don indirip yere s*çması... ilk okuduğunda/gördüğünde “yok artık” dedirten ama biraz derinleşince insan doğasının en karanlık köşelerine fener tutan, hem toplumsal dışlanmışlığın hem de biyolojinin sınırında gezinen garip bir davranış biçimiyle karşı karşıyayız. ilk bakışta tuhaf ve iğrenç görünebilecek ama yakalandıklarında bedenin toplumsal sınırlarını sarsıcı biçimde zorlayan radikal savunma tepkileri, modern insanın hayatta kalma sanatına dair düşündürücü bir pencere açıyor.
herkesin güldüğü, tiksindiği, hafife aldığı bu refleksin ardında, binlerce yılın evrimsel bagajı, sosyal düzenin kör noktaları ve otoriteyle mücadelenin en çıplak hali yatıyor. norbert elias'ın uygarlık süreci'nde (1939) tarif ettiği üzere, toplumların gelişimiyle birlikte bedensel işlevlerin üzeri özenle örtülürken, en kenara itilenler bedenin “ayıp” sayılan tüm yönlerini en sert protestoya dönüştürebiliyor.
bu noktada insanı diğer canlılardan ayıran çizgiler de bulanıklaşıyor. çünkü doğada, tehlike anında “pislik” ve beden ürünleriyle caydırıcılık neredeyse evrensel bir savunma stratejisi. örneğin kokarcalar, tehdit hissettiklerinde anal bezlerinden fırlattıkları keskin kokulu sıvıyla en saldırgan hayvanları bile uzaklaştırabiliyor. şempanzeler, toplumsal hiyerarşi ya da stres anında dışkı fırlatarak hem tehdit algısını savuşturuyor hem de sosyal mesaj veriyor. opossumlar ise avcıyla karşılaştıklarında ölü taklidi yapıp, kendilerini kötü kokulu salgılara bulayarak “yemeye değmez” bir hedefe dönüşüyor. yani doğada “tabu” sayılan her şey, çaresizlik ve hayatta kalma baskısı altında bir tür biyolojik kalkan işlevi görüyor.

doğada “pislik” üzerinden caydırıcılık, sadece birkaç hayvana özgü değil, insanda da baskı altındaki zihnin ilkel bir hayatta kalma programı. mary douglas'ın purity and danger (1966) çalışmasında belirttiği gibi, pislik ve saflık arasındaki toplumsal ayrım, sınırları zorlayanlar için silaha dönüşebiliyor. toplumsal hiyerarşinin en dibine itilmiş gruplarda, fiziksel güç ya da kurumsal hak arayışı lüks haline gelince, en çiğ, en ilkel tepki ön plana çıkıyor. burada mesele sadece utanç duvarını yıkmak değil, topluma “senin kuralların bana işlemiyor” mesajı vermek. kimsenin cesaret edemeyeceği bir tabu ihlalini sahneye koymak; polisin, kalabalığın, otoritenin en hassas psikolojik sınırını hedef almak. ve tam da bu noktada, utancın panzehirine dönüşüyor: dokunulmazlık hissi.
bu davranışın fizyolojik arka planı da başlı başına bir hayatta kalma algoritması
robert sapolsky'nin why zebras don't get ulcers'ta (1994) anlattığı gibi, kronik tehdit altında yaşayan insan vücudu, stresle bağırsak-beyin eksenini kısa devreye sokuyor. kimi zaman “kaçmak için hafifle”, kimi zaman “düşmanı kendinden tiksindir” şeklinde devreye giren bu tepki, modern şehirde marjinalleşen topluluklarda kolektif bir stratejiye evriliyor. yani mesele, tuvaletini kasıtlı olarak tutmak ya da ayarlamak değil; sürekli tetikte yaşayan bedenin, stres anında en hızlı kaçış opsiyonunu biyolojik olarak devreye sokması. burada mayo clinic proceedings'te (2018) yayınlanan “acute stress and gastrointestinal motility” makalesindeki stres-boşaltım ilişkisi gerçek hayatta neredeyse “otomatize” bir savunmaya dönüşüyor.
fakat iş burada bitmiyor: olay sadece biyoloji değil; sembolik bir meydan okuma da söz konusu
michel foucault'nun discipline and punish'ta (1975) analiz ettiği gibi, bedeni politikanın ve direnişin sahnesi yapan marjinalleştirilmiş gruplar, toplumu rahatsız eden en radikal jestlerle kurulu düzene ayna tutabiliyor. toplumun görmezden geldiği, aşağı gördüğü bir grup, bedenini ve bedeninin “yasa dışı” kabul edilen tüm yönlerini sahneye sürerek, kurulu düzene çarpıcı bir ayna tutuyor. sanki “bizi ne kadar dışlarsan dışla, ne kadar bastırmaya çalışırsan çalış, varlığımı bedenimle, hatta en istenmeyen haliyle sana dayatırım” diyorlar. bu, toplumsal utancın en dibe çekilip, güçsüzün güçlüyü ters köşe ettiği o nadir anlardan biri.

bir de kolektif psikolojideki bağışıklık hikâyesi var
pierre bourdieu'nün la distinction'da (1979) vurguladığı üzere, kültürel kodlar ve utanç sınırları toplumsal konuma göre yeniden inşa ediliyor. marjinalleştirilmiş topluluklarda utanç ve tiksinti kodları öyle sık ve keskin yaşanıyor ki, zamanla “bu benim kalkanım” diyerek kültürel bir bağışıklık geliştiriliyor. dışarıdan bakınca deli işi gibi gelen refleks, içeriden bakınca hem hayatta kalmanın, hem de sistemin “temiz” yüzüne karşı bir tür karşı-saldırıya dönüşüyor.
bütün bunlar sadece türkiye'ye ya da çingenelere özgü değil. baskı gören, dışlanan, kuralsızlığın kenarında yaşayan her toplulukta, biyoloji ile kültürün iç içe geçtiği benzer “silahsız ama dokunulmaz” savunma mekanizmaları ortaya çıkıyor. herkesin kaçtığı, utandığı, konuşmaktan bile tiksindiği yerde, en dipteki o son sınır devreye giriyor ve bazen bütün otorite, bütün yasa, bir avuç “pislik” karşısında çaresiz kalıyor.
özetle
burada gördüğümüz şey ne yalnızca bir “iğrençlik”, ne de rastgele bir çıldırma. evrimsel biyolojiden toplumsal normlara, psikolojiden sembolik politikaya uzanan, çağdaş dünyanın hâlâ anlayamadığı, hatta anlamak istemediği bir hayatta kalma sanatı. medeniyetin en steril sandığı yerinde, varoluşun en çiğ ve en savunmasız haliyle sahneye çıkıyorlar. kimin aklına gelirdi, varoluşun en derin sırlarından bazılarının, uygarlığın sınırında, bedenin en çıplak ve tabu haliyle yazılacağını?