İnsanları Etkileyerek Kitleleri Peşinden Sürükleyen Sihirli Güç: Hitabet

Hitabet; bir liderin, sözleriyle zihinlere hükmedip siyaseti şekillendirdiği, kitleleri peşinden sürüklediği sihirli bir güç adeta.
İnsanları Etkileyerek Kitleleri Peşinden Sürükleyen Sihirli Güç: Hitabet

bazı insanlar sahneye çıktığında öyle bir hava yaratır ki, daha ilk cümleyi kurmadan bile dinlersin onları. bu sadece “güzel konuşmak” değildir; bu hitabettir. hitabet dediğimiz şey aslında insanı etkileyen, harekete geçiren, düşündüren, hatta bazen sürükleyen bir güçtür. yalnızca kelimelerle değil; ses tonuyla, vurgularla, beden diliyle, hatta duruşla bile insan beynine işleyen bir sanattır. peki neden bu kadar etkili? çünkü insan beyni, özellikle karmaşık durumlarda, “sözünü bilen, kendinden emin” birini gördüğünde ona yönelme eğilimindedir. beynimiz, güveni sadece içeriğe değil, anlatan kişinin bunu nasıl sunduğuna göre de ölçer. yani sesin tonu, yüz ifadesi, göz teması, kelimelerin akışı, hepsi bir bütün olarak bize “bu kişi bu işi biliyor, ben bunu dinlemeliyim” dedirtir. hitabetin etkisi sadece ne söylediğinde değil, onu nasıl söylediğinde gizli. aynı cümleyi iki kişi söylesin, biri etkiler, diğeri sıradan gelir. çünkü vurgular, duraksamalar, sesin ritmi, o araya sıkıştırılan hafif tebessüm ya da kaş çatması, beynimize “bu önemli” sinyalleri gönderir. insan zihni tekrar eden bilgilere daha çok inanır. bu yüzden büyük hatipler bir fikri defalarca, farklı cümlelerle, ama aynı temel yapıda tekrar eder. bu teknik yalnızca hitabetin değil, propagandanın da temelidir. tekrar edilen bir düşünce bir süre sonra doğruymuş gibi algılanır. bu yüzden siyasi liderlerden reklamcılara kadar herkes bu yönteme başvurur.


tarihte hitabetin gerçek anlamda silaha dönüştüğü nadir örneklerden biri adolf hitler’dir. hitler konuşurken sıradan biri gibi başlamazdı. önce sessiz, durgun, sakin bir tonla girerdi konuya. dinleyenler, “ne anlatacak bu acaba?” diye kulak kesilirdi. sonra cümlelerin temposu artar, elleriyle vurgu yapmaya başlar, sesini yavaş yavaş yükseltirdi. bir anda bağırmaya başlardı ama o bağırış öyle rastgele bir öfke değil; planlanmış, kontrol altında tutulan, milleti sürükleyen bir duyguydu. konuşmalarında çoğu zaman sloganlar olurdu. tekrarladığı o birkaç kelime, kısa ve güçlü ifadeler, halkın aklına kazınırdı, yani tekrarın gücünü bilirdi. üstelik sadece ses tonu değil, sahne düzeni bile işin bir parçasıydı. konuşma yaptığı salonlar özenle aydınlatılırdı. arka fonda wagner’in senfonileri çalardı. kalabalıklar disiplinli bir düzende dururdu. üniformalar, flamalar, spot ışıklar, her şey sahne gibi planlanırdı. o anda halk kendini sadece bir konuşma değil, bir ritüelin içinde bulurdu. bu da o anın etkisini beyne kazırdı.

hitler’in propaganda bakanı joseph goebbels de bu işin ustasıydı. adeta sahne sanatçısı gibiydi. cümlelerini söylerken sesini hem yukarı hem aşağı indirip çıkarması, kimi zaman neredeyse fısıltıyla konuşması, kimi zaman salonu titretecek kadar bağırması, insanların duygu durumlarını altüst ederdi. goebbels yalnızca konuşmazdı, anlatırdı. hikâye anlatır gibi yapar, olaylara insanları dahil eder, sonra beklenmedik bir anda çarpıcı bir cümleyle dinleyicinin suratına tokat gibi bir gerçek çarpardı. bu da insanların onun sözlerini bir nevi “yaşamasını” sağlardı. goebbels'in konuşmalarındaki kelime seçimi çok özeldi (vasiyetini yazdırırken bile bir kelimede takılmış ve hangi kelimeyi seçeceğine geç karar vermiş) cümleler sade, anlaşılır ve tekrar edilebilir olurdu. halk sokağa çıktığında, o gün duyduğu sloganları aynen tekrarlayabiliyordu. zaten propaganda ile hitabetin kesiştiği nokta da tam burası, yani tekrar edilebilirlik. bu da kolektif bilinci şekillendirmenin en büyük anahtarı.


bir de karşı cepheye bakalım, yani ingiliz başbakanı winston churchill'e. churchill’in hitabet gücü, tam anlamıyla güven duygusuyla alakalı. ses tonu sakin, cümleleri ağır ve net. duraksamaları, cümle içindeki nefes alışları bile öyle yerinde ki, dinleyen herkes kontrolün onda olduğunu anlayabiliyor. ingiliz halkı, alman bombaları altında panik halindeyken, churchill çıkıp mikrofon başına geçtiğinde, yalnızca kelimeleriyle değil, sesiyle bile bir çeşit istikrar hissi yaratıyor. çünkü onun için önemli olan kriz anlarında kitlelere “rahat olun, ben buradayım!” diyebilmek. insan beyni, özellikle stresli anlarda karar vermek yerine karar vereni takip etmeye daha yatkın. bu, hayatta kalma içgüdüsünden geliyor. tarih boyunca kabileler bile liderlere ihtiyaç duydu çünkü herkes kendi kafasına göre hareket ederse, hayatta kalma şansı düşerdi. beynimiz “kararlı konuşan, kendine güvenen, net mesajlar veren” kişileri lider olarak tanımlamaya meyilli. hele bu kişi ses tonunu iyi kullanıyorsa, vurgularla oynuyorsa, kelimeleri ritmik bir düzende sunuyorsa, beyin bunu güvenilir buluyor. bu yüzden hitabet, sadece politikada değil, iş dünyasında, pazarlamada, öğretmenlikte, hatta aile içi iletişimde bile fark yaratıyor. hitler gibi, goebbels gibi propaganda ustalarının, churchill gibi kriz yöneten liderlerin ortak özelliği şuydu: kitlelerle konuşmadılar, kitleleri konuşturdular. onlara sadece bir şey anlatmadılar, bir şeye inandırdılar ve hitabet güçlerinden en etkili şekilde faydalandılar.


günümüzde de bu yetenek hâlâ geçerli. sosyal medyada, siyasette, televizyonda, bir sahnede ya da bir ofis odasında… eğer biri sizi kolayca etkiliyorsa, bir fikre kendinizi daha yakın hissediyorsanız, bilin ki o kişinin hitabeti devrede.