İtalya'yı İtalya Yapan Siyasal Yapının Roma İmparatorluğu'ndan Günümüze Kadarki Tarihi

İtalya da diğer pek çok köklü ulus gibi bugünlere kolay gelmedi. İşte Roma İmparatorluğu'ndan başlayarak günümüze kadar gelen İtalya tarihinin nitelikli bir özeti.
İtalya'yı İtalya Yapan Siyasal Yapının Roma İmparatorluğu'ndan Günümüze Kadarki Tarihi


roma imparatorluğu'nun yıkılışını takiben italya, birçok insanın gözünde bir coğrafi bölge olmaktan öteye gidememiştir

kültürel yapıları birbirine çok benzese de, aynı lisanı konuşsalar, aynı coğrafyalarda yaşasalar da, özellikle imparatorluğun yıkılmasından sonra bir şehir devleti yapısı ortaya çıkmış, bu şehir devletleri, fransız kralı charlemagne'in kurduğu ikinci roma imparatorluğu (yani kutsal roma imparatorluğu) altında tekrardan bir şekilde "birleşmişlerdir". ancak bu birleşme, tam olarak tek bir bayrak altında birleşme olmamıştır pek tabii ki.

her ne kadar bir sürü farklı şehir devleti olsa da (sanıyorum ki 9 idi, yanılıyor olabilirim), italya'yı aslında dört ana bölgeye ayırabiliriz: kuzey, orta, güney ve sicilya. bu bölgeler arasında çok büyük farklılıklar olduğu aşikardır. zira şehir devletleri zamanında birbirlerinden izole bir biçimde gelişen bu bölgeler, büyük ölçüde beraberlerinde farklılıkları da getirmişlerdir. kuzey ne kadar gelişmişse, güney de bir o kadar tarımsal faaliyetlere yönelmiş ve az gelişmiştir. buna benzer farklardan bir sürü mevcuttur.

italya, bildiğimiz gibi akdeniz'e en uzun sahil şeridi olan avrupa ülkesidir. bu nedenle, denizden bir ejderha filan çıkmadığı sürece karasal tehlikelere yalnızca kuzeyden açık bir konumdadır. "bol ve yönet" politikalarının ağır bastığı italyan şehir devletlerinde, herhalde bir birliğin oluşmasında en büyük engel, batı ve güney italya olmuştur. zira kendileri, herhangi bir birlikteliğin önemini kavrayamamakta iken, kuzeydeki soydaşları, tehlike ile iç içedirler ve birleşmenin önemini bilmektedirler.

italya, asıl birleşme döneminden önce iki defa birleşmiştir. birincisi, papalık altında olan birleşmedir. bu birleşmeden kastım, kutsal roma imparatorluğu'ndan farklıdır; papalık, hemen hemen bütün doğu italya'yı bir şekilde birleştirmeyi başarmış bir güç olarak bulunmaktadır. ikincisi ise napoleon bonaparte zamanında yapılan işgal sonucu bir şekilde birleşmiş olmalarıdır. ancak bu birleşmenin ardından da tekrar ayrılmışlardır. yine de bu ikinci birleşme, en sonunda tek bir italya'nın oluşmasında en önemli rollerden birini oynamıştır.

risorgimento olarak da adlandırılan bir teorileri vardır italyanlar'ın. tıpkı türkler'de mevcut olan turan ideolojimize benzer bir şekilde; roma'yı tekrardan birleştirip güçlü ve tek bir italya yaratma fikridir kısaca. birleşmenin en büyük destekçileri olan kuzeyli devletlerden yetişmiş olan mazzini, bu fikre önderlik etmiş olsa da, daha sonradan sürgüne gönderilmiştir. özellikle napoleon bonaparte'in yenilgisinden sonra, bütün italyan halklarının beraber hareket edip isyan etmesinin aslında napoleon'u ne kadar güçsüz ve zayıf kıldığı fikri yaygınlaşmaya başlamıştır. öyle ki, benzer fikir, aynı dönemlerde almanya'daki birleşme hareketlerine de önayak olmuş, prusya'nın güçlenmesini sağlamıştır.

Zirvesinde Roma İmparatorluğu.

1848, avrupa tarihinde çok ilginç bir döneme tanıklık etmektedir

öyle ki, bu tarihte avrupa'daki birçok başkentte, monarşi karşıtı liberalist gösteriler ve ayaklanmalar gerçekleşmiştir. bu ayaklanmaların çoğu bastırılmış olsa da, özellikle de kuzey italya'nın en güçlü devleti olan piedmont-sardinia (unutmayın ki venedik, gerek osmanlı'nın, gerekse avusturya'nın sayesinde epey bir güç kaybetmiştir), bu ayaklanmalardan pek bir etkilenmiş olacak ki, italya'nın roma dönemlerinden beri göreceği ilk anayasalarından birini oluşturacaktır.

4 mart 1848 yılında kabul edilen bu meşrutiyet anayasası, halen daha monarşiye büyük ölçüde destek vermekte idi. genel anlamda bir anayasa olması nedeniyle "liberal" dense bile, aslında içerik olarak tamamiylen mutlak monarşiyi destekleyen bir yapı içerisindedir. öncelikle, "katolik, apostolik ve roma kilisesi, devletin tek ve vazgeçilmez dinidir" gibi bir kalıp içermekteydi. öte yandan bu anayasa, devletin yönetimini tamamiylen halkı temsilen görev başında bulunan bir krala bütün yaşama ve yürütme yetkilerini veriyordu (tam anlamıylan thomas hobbes'un mezarında huzur içinde uyumasını sağlayacak bir olay olarak kabul ediyorum bunu).

öyle ki, piedmont-sardinia, bu anayasanın da vermiş olduğu güç ile papalık'a karşı bir savaş başlatır. bu savaştan kendileri galip çıkarlar ve italya birleşmiş olur.

ancak bu noktada, "roma sorunu" adı vereceğimiz problemler ortaya çıkmaya başlar. kısaca, birleşmenin ardından liberaller ile kilise arasındaki dengenin nasıl sağlanabileceği konusudur. uzun bir süre daha bu sorun giderilemeyecek, italya üzerinde kara bir bulut olarak kalacaktır.

italyan birleşmesi, amerikan kolonilerinin birleşmesinden çok daha farklı bir yapıya sahipti

öncelikle amerika'da, new england bölgesindeki 12 koloni, birleşmek adına birbirleriylen anlaşmaya varmışlardı, yani olay tamamiylen planlanmıştı. italya'da ise piedmont-sardinia, tamamıyla diğer devletleri tek bir çatı altında ve tek bir anayasa altında birleşmek için zorlamıştı. öyle ki, papalık razı olmadığından dolayı savaş başlamıştı (aynı şekilde bir birleşmeyi daha sonra prusya altında almanya'da da gözlemlemekteyiz). bu savaştan mağlup ayrılan papalık, diğer kuvvetler tarafından işgal edildiğinde papa bundan aşırı derecede rahatsız olmuş, kendisini "gönüllü bir tutuklu" olarak ilan etmişti.

belli bir noktadan sonra, yani birleşmenin hemen ardından, yavaş yavaş liberal çağın başladığından bahsedebiliriz sanırsam. adam smith'in the wealth of nations adlı eseri ile birlikte özellikle bütün avrupa'da git gide güçlenmeye başlamış olan liberal akım -ki napoleon bonaparte, bu kadar liberalizm yüzünden ingiltere'ye "esnaflar ülkesi" adını vermiştir, italya'ya da sıçramıştır. daha modern bir ekonomik sisteme geçildiğinden büyük şirketlerin kurulmasına başlanmış, italya da bunun bir şekilde parçası olmuştur.

1848 Sicilya'sının bir tasviri.

her ne kadar liberaller italya'da bir hareket başlatmış olsalar dahi, bu hareketin demokratik olduğu konusunda birtakım şüpheler mevcuttur. öncelikle, mülk sahibi olmak, bu tür hareketlerde yer almak için bir numaralı şart haline gelmiştir. ikincisi, kadınlara seçme ve seçilme hakkı, 20. yüzyıl'a kadar tanınmamıştır. öyle ki, erkekler zaten toplum içerisinde mülk sahibi olan bireyleri oluştururken, kadınlar ise yoğun duygu seli içerisinde kapılıp gidebilecek zayıf kişilikler olarak görülmüş, kadınlara önem verilmemiştir. öte yandan, erkeklerin bile %2 gibi bir orandan azı oy verme hakkına sahiptir. yaygın kanı, mülkiyet sahibi erkeklerin, diğer kimselere nazaran daha mantıklı düşünebileceği yönünde olduğundan bu böyle omuştur. diğerlerine kıyasla daha çok mülkiyeti olan bir insanın kaybedecek daha çok şeyi olduğundan dolayı daha bir konservatif hale gelmiş, daha bir ortak statüyü korumak için uğraşmışlardır.

mussolini'nin güçlenmeye başladığı transformismo dönemlerine kadar ise, başbakanlar genellikle diğer partilerdeki tanıdıklarının kendileri için oy vermesini sağlayarak, yani halkın seçimi olmadan başa gelmekteydiler. parti sisteminin o dönemlerde ülke siyaseti için pek bir anlamı bulunmamaktaydı.

endüstri devrimi ise birçok şeyi değiştirdi. özellikle marx'ın komünist manifestosu'ndan sonra ülkeye sosyalizm akımını getirdi. bütün diğer avrupa ülkeleri bu akımı terslerlerken, italya'da birden bire çok popüler hale gelmeye başladı. marx, zaten kendi halinde daha çok zamanın entellektüellerine hitap eden bir kimse olduğundan, akıma birçok entellektüel eklenmiş oldu. öyle ki, mussolini bile sosyalist partinin bir parçasıydı! marx, her ne kadar "tarihin belirleyicisi devletler arası çatışmalar değil, sınıf çatışmalarıdır" demiş olsa bile, belli bir ölçüde "herkesi yöneten tek ve güçlü bir devlet" anlayışı benimsenmiştir. daha sonraları sovyetler birliği tarafından apayrı bir biçimde, marx'dan kel alaka bir şekilde benimsenmiş olan komünizm ideolojisinden sapmalar meydana gelmeye başladı.

italya, endüstri devrimine 1880 yılından sonra tam olarak tanıklık etmeye başlamıştır

kuzey italya, her ne kadar gelişmiş ise, güney italya da bir o kadar gelişmemiştir. devrimden sonra, özellikle kuzeyde büyük ölçüde devrimin bir getirisi olan işçi sınıfları doğmaya başlamıştır. her ne kadar iskandinav ülkeleri, ingiltere ve hatta amerika birleşik devletleri, çeşitli şekillerde sosyalist ideolojilerdeki partilere ev sahipliği yapsalar bile, yine de marxist komünizme tamamiylen karşıydılar.

italya'daki şirket yapısı da burada çok önemli bir yer tutmaktadır. öncelikle, zamanında italya'da yalnızca ufak şirketler bulunurdu. bu ufak şirketler, kendi çaplarında ufak fabrikalar da olabilirdi. genelde bunlar devrim ile kurulmuş olduklarından, patron ile işçi arasındaki anlaşma çok ama çok iyi bir seviyedeydi. birinci dünya savaşı'nın sonlarına doğru, devrim ile birlikte kurulan bu ufak şirketlerin yönetimi babadan oğla geçtikçe işçi ile işveren arasındaki bağlar kopmuş, büyük problemlere neden olmuştur. böylece ortaya büyük sosyal soru çıkmıştır: proleteryayı nasıl mutlu edebiliriz?


mussolini, çok entelektüel, çok okumuş ve gerçekten de iyi eğitimli bir insandı

ilk başlarda marksist sosyalist bir yol izlerken, daha sonraları lenin'in isviçre'deki sığınağından rusya'ya götürülüp bolşevik devrimine sebep olmasıylan, yani komünizmin ortaya çıkmasıylan sosyalizme olan güveni bir ölçüde sarsılmıştır. bu yüzden de "millet sosyalizmi" adını da verdiği, "nasyonal sosyalizm" fikrini ortaya atmıştır. buna da biz kısaca faşizm diyoruz (almanlar'da da nazizm'dir temelde aynı olsa da pratikte çok büyük farklar içerir).

öyle ki, bu yeni akım için bir sembol bile hazırdı; birbirine bağlanmış birkaç çıtaya sarılı bir balta. balta gücü ve otoriteyi temsil ederken, birbirine bağlanmış çubuklar ise birliğin ve bütünlüğün gücünü temsil etmekteydi. öyle ki tek bir çubuk rahatlıkla kırılabilecekken, birbirine bağlanmış bir sürü çubuğu kırmak çok daha zordur.

ilk zamanlarda işçiler, işverenlerini öldürmeye kadar gidebilecek olan birtakım hareketlerde bulundular ve fabrikaları ellerine geçirdiler. mussolini, hiçbir zaman güçlü aristokrasi ile arasındaki bağları koparmadı, zira onlardan daha sonra başbakan olduğunda yararlanacağını çok iyi biliyordu. özellikle bu bağlarını kullanıp, arkasına da bir kısım halktan insani alarak "roma'ya doğru mars" olayını başlattı ve kendisine başbakanlık verilmesini istedi. olası bir hareketten korkan devlet, buna razı geldi ve mussolini başa geçti. italya'nın o günkü şartı için tamamiylen meşru ve yasal bir karar olarak kabul edilmektedir. öyle ki, mussolini'nin partisi, popüler bir parti bile değildi!

daha sonraları acerbo tarafından çoklu parti sisteminde seçim konusu gündeme geldi. özellikle de mussolini'nin isteği üzerine, herhangi bir şekilde çok fazla partiye bölünmüş olan bir sistemde %25'den fazla oy almış bir parti, ülkeyi yönetecek parti pozisyonuna gelecekti. böylece kendi görevini sağlamlaştırmış olan mussolini, aslında hiçbir zaman sanıldığı kadar da güçlü bir diktatör olmadı.

öncelikle, kendi partisi hiçbir zaman totalitaryen bir parti olmamıştır. kralı tanımakta, aristokrasiye de saygı duymaktadır. hepsinden önemlisi, 1943 yılında monarşi tarafından görevinden atılmış, bu yüzden istemeyerek de olsa viyana'ya sığınmak ve kuzey italya'yı oradan yönetmek zorunda kalmıştır. hitler, kendisine kuzey italya'nın (yani endüstriyel olarak gelişmiş, ve o sıralarda abd askerleri tarafından işgal altında olmayan italya'nın) hakimiyetinin geri verilmesi vaadedilen mussolini (zira hitler kendisine karşı bir borcu olduğunu hissediyordu, anschluss sırasında mussolini almanya'ya karşı çıkmamıştı), daha sonra halkı tarafından yakalanarak idam edilmiştir.

mussolini, hitler'in almanlar'ın gözünde olduğu gibi iğrenç bir diktatör, vahşi bir katliam düşkünü değildir. kendisi, italya'da halen daha bir külttür ve birçok kişi kendisinin mezarını her sene ziyaret eder. bunun başlıca sebepleri arasında, izlediği faşist politikanın vahşet içermemesi hatta italya'da o sıralarda görülen sosyal problemi çözmesi yapmaktadır. öyle ki, daha önceden de bahsettiğim ve italya'nın en büyük sorunu olarak görülen "roma sorunsalı" da yine mussolini tarafından çözüme kavuşturulmuştur.

ilk olarak kollektif devlet anlayışına gitmiş ve sosyal problemi bu şekilde çözmeye çalışmıştır. bu sistemde işçiler ve işverenler, eşit şekilde devlette temsil edilmektedir, böylece komünizm'de olduğu gibi işçinin işveren üzerindeki mutlak hakimiyeti engellenmiş, işverenin de işçiye yapacağı herhangi bir "azınlığın çoğunluğu yönetmesi" olayı olanaksız kılınmıştır. sistem, aynı zamanda sınıf kavgalarını da büyük ölçüde ortadan kaldırmıştır. eski dönemlerden kalan ve artık pek bir işe yaramayan yönetmeliklerin ortadan kalkmasıylan, sistem daha iyi işler hale gelmiştir.

ancak mussolini, geleneksel polis gücü ve geleneksel bürokrasiyi yok etme çabasına hiçbir zaman girmemiştir. yalnızca en tepede radikal değişiklikler yapmış olsa da, bunu halkın alışık olabileceği, sindirebileceği seviyede yapmış olduğundan, uzun seneler boyunca (21 sene) görevde kalmış ve savaşa girmeden önce popülaritesini kolay kolay yitirmemiştir.

mussolini'nin faşizmi, kesinlikle bir diktatörlük rejimi olsa da, tam anlamıylan bir totaliter diktatörlük değildir. birçok konuda insanların haklarına saygı duyulmakta, genelde de halkın çıkarına hareketlerde bulunulmaktadır. öyle ki, mussolini'nin faşizminde yahudi düşmanlığına yer olmadığı gibi, kendisin zamanında hitler için "delinin biri" tarzında açıklamalarda bile bulunduğu söylenir.

Mussolini.

dediğim gibi, roma problemi olarak anılan sorunları çözmüş olan mussolini, bunu çok dahiyane bir biçimde başarmıştır. 1929 yılında vatikan devletini özerk/bağımsız kılmış, katolik kilisesinin de kendi başında güçlü olmasına izin vermiştir. katı katolik olan italyan halkından dini çekip çıkarmak, tamamiylen olanak dışı olduğundan dolayı, vatikan devleti, atılmış çok zeki bir adımdır. öyle ki diğer senelerde de mussolini kiliseye çok büyük önem vermiş, hatta katolik kilisesini "bir başka politik parti" imişçesine benimsemiştir. devlet daha bir laik olmuş olsa da, kiliseylen devletin manevi birlikteliği, kendisi için vazgeçilmez olmuştur.

mussolini'nin faşist rejimi, tamamiylen anti-liberal ve anti-komünist özelliklere sahiptir. bunun yanında kilise yanlışı olarak da tabir etmemiz hatalı olmaz. hatta mussolini'nin üç büyük düşüncesi, aslında bu faşist yönetimi anlatmak için yeterlidir. birincisi, komünizm tamamiylen kabul edilmezdir, çünkü insanlara din konusunda verilen tercih hakkı kaldırılmıştır. ikincisi, kamusal alana, mülkiyetin her zaman korunacağı konusunda vaaz vermiştir. komünizmde bu yoktur. üçüncüsü ise, milliyetçilik anlayışıdır. italya'yı akdeniz'in en güçlü devleti yapmayı birincil vazifelerden biri olarak belirlemiştir.

mussolini sonrası yıllarındaki italyan cumhuriyetçi anayasası altında aslında uzun seneler boyunca stabil bir hükümet kurulamamıştır. hükümetler pek uzun sürmemekte, ya erken seçimlere gidilmekte, ya da hükümet düşürülmektedir (türkiye'ye çok benzer italya bu konuda). kabineler sürekli değişmektedir.

silvio berlusconi ise, herhalde cumhuriyet döneminin en uzun görevde kalmış başbakanlarından biridir.

mussolini'den sonra ortaya yavaş yavaş bütün avrupa'da da yayılmış olan hristiyan demokrat anlayışı ortaya çıkmaya başlamıştır

bu yeni politik sistem, diğer birçok partinin büyük ölçüde rakibi haline gelmiştir. öyle ki cumhuriyet döneminde dahi bir dizi problem mevcuttur. özellikle "monarşi halen daha mevcut kalmalı mı, yoksa italya tamamiylen bir cumhuriyet haline gelmeli mi" tartışmaları yapılmaktadır. öyle ki, mussolini hiçbir zaman monarşiye saldırma cesaretinde bulunamamış, hatta aristokrasi ile hep iç içe olmaya özen göstermiştir. ancak ikinci dünya savaşı sırasında bu problem yine ortaya çıkmıştır.

büyük ölçüde italyan halkı cumhuriyet için oy vermiş olsa da savaş sonrasında, yine de güney italya sakinleri ağırlıkla monarşinin kalmasını desteklemekteydiler. bunun sebepleri arasında güney italya'nın pek gelişmemiş olması, ikinci dünya savaşında pek ciddi savaşlara hiç tanıklık edilmemiş olması ve eski napolitan krallarının etkilerinin halen daha halk üzerinde görülmesi bulunur. 10:9 gibi bir oranla monarşi desteklendiği halde, ülke cumhuriyet halini almıştır.

daha önce de dediğim gibi, hristiyan demokrat partiler yavaş yavaş ortaya çıkmaya başlamışlardır. insanlar, yoğun olarak 19. ve 20. yüzyıllarda liberal partiler tarafından hayal kırıklığına uğratıldıklarından yakındıkları için, hatta liberal partilerin mevcudiyetini, hitler ve mussolini'nin güç kazanmasına neden olan bir etmen olarak gördükleri için, daha başka partilere yönelmeye başlamışlardır. öyle ki, savaş sırasında papa, büyük efor sarfederek barışı sağlamaya çalışmıştır, ancak başarılı olamamıştır. bu yüzden zaten halk arasında papa'ya olan saygı, daha da güçlenmiştir. zaten kilisenin mussolini zamanında bile güçlü olmasından yola çıkarak, hristiyan demokratlar gayet de güç kazanmışlardır. italya'da katolik, almanya'da hem katolik hem protestan, avusturya'da katolik, fransa'da yoğun olarak katolik olmak üzere, avrupa'daki bütün hristiyan demokrat partiler, zaten hristiyan demokratlar birliği çatısı altında toplanmışlardır.

ikinci dünya savaşı ardından iki büyük parti ortaya çıkmaya başlar -ki bu birçok probleme de neden olmaya yeter. bunlar komünist parti ve hristiyan demokrat partisidir. tıpkı türkiye'deki 2002 seçimlerinde olduğu gibi (insanların diğer partilerden kaçmak için akp'ye sığınıp, desteklemeseler bile ona oy vermeleri) komünizmin güçlenmesini katı surette istemeyen insanlar, oylarını yoğun olarak hristiyan demokratlara vermişlerdir. böylece parti bayağı bir güçlenmiştir. italya'da bologne, herhalde en katı komünist şehirdir koca italya'da. komünizm yanlılarının da çoğunlukla zamanında kuzeyde olduklarını unutmayınız.


1990'lı yıllardan sonra ise italya yeni bir çehreye kavuşmuştur

silvio berlusconi'nin göreve gelmesiyle birlikte, bu eski "komünist-hristiyan" parti çatışmasına bir şekilde dur denilmiş, komünist partinin gücü de zaten sovyetler birliği'nin yıkılmasıylan büyük ölçüde azalmıştır. berlusconi, bir hiç iken bu pozisyona gelmiş olduğundan da anlayacağımız üzere, gerçekten de güçlü bir karaktere sahip bir kimsedir. önceleri italyan medyasının cari haline gelir, ardından da ülkedeki en zengin insanlardan biri oluverir. hatta "batı medeniyeti, bütün diğer medeniyetlerden daha üstündür" tarzında çok riskli ancak bir o kadar da ünlü bir sözü dahi bulunmaktadır.

her ne kadar italya'da halen daha bir dizi politik anlamda kaymalar, oynamalar ve stabilite eksikliği gözükse de, yine de büyük anlamda halen aynı cumhuriyetçi anayasa kullanılmaktadır. öyledir ki, bu anayasa, aslında dünya üzerinde görülmemiş bir biçimde kapsamlıdır. birçok siyaset bilimcisi, italyan anayasasını "fazlasıyla kapsamlı olmanın getirdiği zararlara örnek" olarak göstermektedirler.

özellikle amerikan anayasası'ndaki bill of rights'a tekabül eden temel hak ve özgürlükler yasası, çok geniş tutulmuştur. mussolini zamanlarında insanların hakları birçok ölçüde kısıtlanmış olduğundan olsa gerek, daha sonra kurulan cumhuriyette hemen hemen bütün haklar yasa haline getirilmeye çalışılmış, "bu da benim başıma gelmişti, bunu da yasallaştıralım" mantığı ile hareket edilmiştir. özellikle de sosyal haklara daha bir önem verilmiştir (amerikan anayasası'nda daha çok liberal insan haklarından bahsedilir).

Berlusconi.

en basitinden bu hakları sıralamak gerekirse

· sivil ilişkiler: ifade özgürlüğü, gösteri yapma hakkı.

· etik ve sosyal ilişkiler: aile değerleri, vb. (insanların kendi kendilerine karar verecekleri konular yani)

· ekonomik ilişkiler: işçiler her alanda gözetilecek ve korunacaklardır (bu sadece sovyet anayasasında mevcuttu!)

· politik ilişkiler: seçme hakkı, seçmen olmak için gereken yaş sınırı, oy verme yükümlülüğü, vb.

öyle ki, bu kadar karmaşık olan bir hak ve özgürlükler kanunu altında italyan yargı sistemi de büyük zorluklar yaşamaktadır. bu da demek oluyor ki, insanlara çok fazla hak vermek, en azından bu hakların hepsini kağıda dökmek, işi fevkalade gereksiz bir şekilde komplike bir hale getireceğinden, her zaman yarar sağlamayacaktır.

italya'da uzun seneler boyunca belli bir ekstrem noktadan diğer ekstrem noktaya hızlı geçişlerde bulunulmuş, ülke de bu yüzden yıpranmıştır. mussolini döneminde bir üç noktadayken, yeni cumhuriyet döneminin anayasası ile bu sefer de insanlara çok fazla özgürlük tanıyan bir diğer üç noktaya gelinmiştir. teoride güzel olsa da problemlere kesinlikle açıktır. o yüzden halen daha italya'da "despotizm ve anarşi arasında çok iyi bir denge sağlanmalıdır, bu denge de zaten ulaşmak istediğimiz demokrasidir" denmektedir (kimin sözüydü hatırlayamıyorum).