The Platform, Toplum Dayanışması Maskesiyle Asıl Suçluları Görünmez mi Kılıyor?

Sınıf farklarını anlatan yeni Netflix filmi The Platform, göründüğü kadar masum ve muhalif bir film olmayabilir. Hakkında düşündürücü bir eleştiriyi aktarıyoruz.
The Platform, Toplum Dayanışması Maskesiyle Asıl Suçluları Görünmez mi Kılıyor?

“bir ideoloji, ilk bakışta onunla çelişen olgular bile onun lehine savlar olarak iş görmeye başladığı zaman gerçekten başarılı olur” slavoj zizek

Uyarı: Spoiler içerir.

son dönemde kapitalizm karşıtı, sistem eleştirisi kisvesiyle pazarlanan the platform gibi filmler tam bir ucubelik abideleri. kapitalizm karşıtlığının çekirdeğine yuvalanmış, pespaye filmler sinsilesinin devamı. hakkındaki tüm yorumlar, o "kapitalizm karşıtı" iddiaları, "sistem eleştirisi" gibi çocuksu ve absürt çıkarımlar, hakikati soyutlayarak inşa ettikleri manzaralarla, ucube oldukları gerçeğini değiştirmiyor.

tüm o sosyal alegoriler, üst kattakilerin paylaşmaya teşvik edilmediği sürece, eşitsizlik ve acının tabana doğru sertleşerek yayılacağı iddiası, finaldeki "en doğru mesaj çocuklardır, ne kadar vicdansız olursa olsunlar, çocukları düşünmek zorunda kalacaklar" gibi bir temaya yaslanması, filmi esas anlatısından kapitalist alt metnin celbi vazifesinden alıkoymuyor.

kapitalizm karşıtlığı iddiası yanlış, kapitalizmde bir ileri toplum aşamasıdır ve sömürü de bir artı değer sömürüsüdür, bundan zerre bahsetmiyor.

sınıf çatışması iddiası da yanlıştır, kapitalist toplumlarda sınıf çatışması burjuvazi ile olur, bunun temsili bile söz konusu değil.

don kişot üstünden sistem karşıtlığı iddiası daha büyük yanlıştır, feodal değerleri layıkıyla icra edemediği için depresyona girip, şövalye olma arzusu peşinde koşan, kendi hayal evreninde yel değirmenlerine dev diye saldıran bir feodal kaçığı konu edinen don kişot, yönetmenin, realite - fantezi dikotomisini, "belki de en büyük delilik hayatı olabildiğince değil, olduğu gibi görmektir" gibi bir vecizeyle taçlandırıp, kahramanımızın rasyonel tutumunun, saçma sapan bir şövalyelikten öte olmadığını bizzat vurgulamak için kullandığı bir anoloji.

evet, ters-yüz edilmiş bir don kişot benzeşimi filmde var, bunu da yönetmen goreng'in peşinden koştuğu idealin aslında rasyonel olmadığı, realiteden epey yoksun olduğunu, yani filmdeki en ideal tutuma sahip karakterin aslında bir hayalperest kahramanı kendine örnek aldığını vurgulamak için yapıyor.

ve tabii ki goreng, yönetmene göre, güya devlere karşı savaşıyor, gerçeği, yel değirmenlerini, göremiyor.

nedir göremediği gerçek? suçun, şiddetin ve kötülüğün insan doğasına mündemiç açgözlülük ve bencillikten kaynaklandığı, bunların dönüştürülemez şeyler olduğu. bu tasavvur üstüne kapitalizm eleştirisi bina edilemez, bizatihi ideolojik bir yaklaşım ve bu yaklaşım, liberal bir insan tasavvuruna, metodolojik bireyselci bir dünya görüşüne, kapitalist bir ekonomi-politik literatürüne ait.


kapitalizm, kendini bu insan kurgusu üstüne inşa eder, kalelerini de bu insan özü teorisi ile savunur. dünyanın her yerinde, her ülkesinde, ve dahi her zamanında, hatta ekşi sözlükte bile kapitalizmi savunanlarda ilk müşahede edeceğiniz ilk şey, karamsar ve şeytani bir kötülüğü, insanın değişmez doğası ile meşrulaştırmaya çalışan, metafizik bir insan özcülüğüdür.

nitekim bu paradigmayı en başta trimagasi sürdürüyor. goreng'in anti-tezi olarak argümanlarını peş peşe sıralayan, hınzır bir tip, ve tek bir amacı var: tüketmek, hayatta kalmak, bunun için de her şeyi ihlal edilebilir, meşru görüyor.

goreng ile aralarındaki ahlaki çatışma da bundan kaynaklanıyor. trimagasi'nin reklamlarda gördüğü bir bıçağı alması, zaten tüketici profilini ele veriyor ve goreng ise devamlı hayal kırıklığına uğruyor, bir denizin içinde gibi... yukarı çıktıkça turkuaz ışığa bürünen platform katları, aşağı düştükçe kararıyor ve sonunda boğulup giden birisi gibi karanlığın içinde kayboluyor...

psikanalitik düzeyde, çok gıdıklayıcı, hepimizin içinde goreng ve trimaga var, iç savaşımızı hangimizin kazanacağına karar verebiliriz. goreng'e baktığımızda ne olmak istediğimizi görüyoruz. trimagasi ise, gerçeğimiz, aslen ne olduğumuz. bir nevi kendi içinde yolculuk, metafizik bir arayış da söz konusu. vıcık vıcık bir antagonizma. buradaki çarpık liberal psikanaliz yaklaşımın da eleştirisine şimdilik girmeyelim, kusacağım nerdeyse. filme devam edelim...

elimizde ne var?

bir grup, sermaye döngüsünde yer almayan ve hiçbir artı değer üretmeyen, sadece ne kadar tüketeceği kaygısıyla yaşayan insanlar, yani lümpen proletarya ve onlar üstünden bir deney. deneyin konusu şu:

insanlar kamu yararını gözeterek, kendi çıkarlarından vazgeçecek kadar rasyonel hareket edebilirler mi? el yanıt: edemez. o halde ne yapmalı? diğer insanları ikna etmeli, bu pek mümkün gözükmüyor, o halde silah zoruyla bunu sağlamalı, ama bu da sürdürülebilir değil. ne ideal çözüm: üstlere bir mesaj iletmeli. neye yarayacak bu mesaj? spontane bir dayanışma duygusunun ortaya çıkmasına. bunun için de el değmemiş, lezzetli, harikulade bir şekilde sunulmuş panne cotta geri gönderilecek. ama sonunda daha büyük bir mesaj bulunuyor, var olduğu hiç düşünülmeyen bir çocuk, bu dünyada onlar da var, işte bir çocuk dayanışma için asgari motivasyon olabilir, hail greta thunberg!

yani konu ne? koronavirüsünün tetiklediği, tüm dünyayı alt üst eden ekonomik krize karşı, yoksullar arası toplumsal dayanışma vaazı.

dünyanın en zengin 8 kişisinin serveti, dünyanın yarısını oluşturan 3.6 milyar nüfusun servetine eşit. dünyadaki her 10 insandan biri aç ve her 5 saniyede bir çocuk açlıktan ölüyor. sadece türkiye'de 16 milyon kişi yoksul, 25 milyon kişi yoksulluk sınırı altında, ama çözüm ne? payımıza düşene razı olmak, dayanışma duygusu ile birbirimize kol kanat germek, çünkü burjuvamızın soyduğu servet kadar vicdanı yok. haliyle ortada yapılacak bir şey de yok.

toplumu bir arada tutan güven, doğruluk, istikrar vb. liberal ahlaki değerlerin yozlaşması dışında eleştirilen hiçbir bok yok ortada.

kapitalist sistemin kitlelere suçluluk enjekte ederek, olan bitenden onları sorumlu tutan, böylelikle kendini görünmez kılan anlatının boktan bir tekrarı var ancak.

"dünyayı kötü bir yer haline getiren sizsiniz, insanlar sizin yüzünüzden aç, bu yüzden de bir şeyler yapmalısınız, tasarrufa yönelmeli, cebinizdekileri paylaşmalı, plastik kullanmamalı, tasarruf ampülleri kullanmalı, doğaya saygılı olmalısınız vb." yani, bütün bir mega machine'ın yarattığı nedenselliği ve yarattığı sonuçlarla ilişkisini inkar ederek, harekete geçmelisiniz.


bu suçluluk enjeksiyonu, burjuva dokzosoflarının sistemin arızalarını bireyin omzuna yükleme, bunlardan dolayı bireyi sorumlu tutma ve çözüm için de bireyi harekete geçirme hutbesidir.

ekolojik felaket, gıda krizi, göçmen krizi ve dahi güncel ekonomik kriz gibi tüm evrensel krizlerde birbirimize aslında bağlı olduğumuzu söyleyip, insan-merkezci bir iyilik anlayışı telkin ederler.

bu telkinin ablukası, insanları yardıma muhtaç hale getiren, "zor" duruma düşüren ekonomik, sosyal, hukuki ve kültürel formasyonların dönüştürülmesine değil, bilakis devamlılığına hizmet eder.

ayakta alkışladım doğrusu. hatta bu alkış esnasında sigaramı da düşürdüm, şimdi yenisini yakıp devam ediyorum.

birincisi, ekonomik adaletsizliğin ana sebebi, orta ve alt sınıflar arasındaki rekabet değildir, burjuva sınıfının işçi sınıfının artı değerine el koymasıdır, marx'a göre artı değer sömürüsü, kapitalizmin en temel ekonomik yasasıdır. buna son vermenin yolu da bize arta kalanı dayanışma yoluyla taksim etmek değil, mevcut tahakkümü ortadan kaldıracak, burjuvazi adlı asalak azınlığa ve onu muktedir kılan tüm makinelere karşı bir sosyal örgütlenmeyi tesis etmektir.

the platform'a göre bu hem sosyolojik hem de yapısal sebeplerden ötürü tefekkür bile edilemez.

her şeyden önce ekonomik eşitsizlik ve köklerinin insan doğasında yattığına dair bir alegoriyi kendinize başlangıç noktası edinirseniz, kapitalizmi eleştirmiş değil, bilakis olumlamış olursunuz.

ikincisi, şiddet ile yoksulluk arasındaki ilişki neyden kaynaklanıyor sorusuna, insanların kötücül doğasından derseniz, yani insanların şiddete meyilli ve kötü hale getiren toplumsal gerçeklik ve şartlardan soyutlanmış, metafizik bir ahlak teorisi ortaya atarsanız, pek sistem eleştirisi de sunmuş olmazsınız.

üçüncüsü, filmde gördüğümüz katlar bir sınıf olsa bile bu, en fazla marxist anlamda katlara dağılmış, tüketim alışkanlıklarına sıkı sıkıya bağlı, safi tüketen, karşılığında hiçbir şey üretmeyen, lümpen proletarya olabilir ki bu bağlamda bir eleştiri de cuk oturur.

the platform, kapitalizmin, nesnel üretim ilişkilerini, ve platformu kontrol eden sınıfı görünmez kılan, tutumunu dayandırdığı toplumdan ve gerçeklikten tamamen izole edilmiş, metodolojik bireyselci bir insan tasavvurundan hareket eden bir film. nitekim bu paradigma etrafında uzunca döndükten sonra, sonunda saçma sapan bir noktaya savrulması da gayet normal.

anlatı açısından, filmin, insanları zalim, vahşi, barbar, şiddete eğimli hale getiren şeyin ne olduğuna dair sunabildiği tek nesnel gerçeklik, onların varoluşuna içkin açgözlü ve bencil fıtrat. o çok bilindik dawkinsci, liberal kapitalist literatürün ezberi.

eee zaman koronavirüsü için dayanışma zamanı olunca da, sanki dünyayı 260 trilyon dolar borca sokan, ve likitide krizine sebebiyet verenler, borsa vurguncuları, ekonomik rantçılar, devlet eliyle zenginleşen komprador burjuvazi ve mümasilleri değil de yıllardır karın tokluğuna üretmekten başka bir şey yapmayan bizlermişiz gibi, yapım şirketinin böyle gapitalizm karşıtı adı altında, "hadi dayanışın" temalı filmleri servis etmesi olası.

ah nerede şimdi o eskiler?

sınıf eleştirilerinin en belirgin formları vampir edebiyatında, ve o edebiyattan perdeye yansımış vampir fimlerinde kendini gösterirdi. vampirler; janti, adabı ve giyinmeyi iyi bilen, kibar, saygın görünümlü, yüksek sınıfı temsil eden vurgunculardı.

bu vurguncular o derece suçlar işlerdi ki aynada bile yüzlerine bakamaz, sarımsak halk mutfağına ait olduğu için ona yaklaşmaktan uzak durur, yedi ölümcül günaha da tutku ile bağlı olduğu için dini sembollerden korkar, zenginlikle donatılmış ihtişamlı bir şatoda yalnız başlarına yaşarlardı. yaşamak için halkın kanını içer, yaşadığı bölgenin tüm yaşam kaynaklarını sömürür, çevirdiği dolapların farkında olan biri de gelir en sonunda kazığı kalbine çakardı.

çünkü bir vurguncunun kalbi attığı sürece, sömürmeden duramazdı. tabi eskisi gibi bu tarz vampir filmleri çekilmiyor, en son vampirler rant ekonomisinin, finans balonunun genç prensleri. ki bunlar zuckerberg, elon musk, adam neumann gibi genç vurguncular olunca, vampirlerimiz de twilight konseptinde genç yağuşuklu vampirlere dönüştü. hedge fon yöneticisi john thompson "tesla milyar dolar zarar ediyor, iflas eder" dedikçe, elon musk sizi mars'a götürücem dedi durdu, borsadan paraları cukkaladılar, cepler dolduruldu, sonunda da balon patladı. bizim payımıza da dayanışmak kaldı.

çok uzatmadan mesaja karşı mesaj ile bitirelim, kimsenin liberal dayanışma vaazlarını duymaya ihtiyacı yok, ihtiyacımız olan bir adet sarımsak ve bir adet kazık:

Rammstein - Du Riechst So Gut '98 (Official Video)


Titanic'in Son Sahnesinde Rose'un, Jack'i Yanına Almaması İdeolojik miydi?

Joker Filminde Sistemin Joker'i Değil, Tam Tersine Batman'i Yaratması